Oysa ki Savefi Kızılbaş Devleti’nin temelleri, Dersim-Erzincan yaylalarında atılmış, Şah İsmail Savefi destek kuvvetleri ile Dersim-Erzincan dönüşü Tebriz’i Akkoyunlular’dan alarak, 1502 yılında Kızılbaş Devletini Tebriz’de ilan etmişti.
Dersim’in sözlü tarihi olan yaşlılarımız sohbetlerinde hep şunu bizlere derler ; “Biz İran’dan geldik, Biz Horasan’dan geldik “ …
Peki, İran bize çok uzak bir coğrafya mı? Hayır. Peki, kültürel ve tarihsel olarak çok uzak mı? Tabii ki hayır .
Dersim’in ve Dersimlilerin İran’la olan bağı 250-300 yıldır kopuk vaziyette. Çünkü Savefi Devleti’nin yıkılışı ile beraber Dersimliler’in İran ile olan bağı her geçen sene daha da azalmış ama kültürel/tarihsel yakınlık her şeye rağmen 1940’lara kadar kendisini korumuştur.
1940’lı yıllardan sonra Dersim’de “ Türkleştirme” politikaları, Dersimli’yi her geçen sene zarfında dilinden koparmış, dilinden kopunca inancından, dil ve inancından kopunca ait olduğu İrani tarih ve kültürden koparmıştır.
1979 yılında İran’da İslami Rejimin iş başına gelmesi ile beraber, Dersimliler ihtiyatlı ve haklı olarak İran’a sırtını dönmüşlerdir.
2000’li yıllara gelindiğinde ise devletin, Dersim üzerinde ki “ Türkleştirme politikaları “ gevşemiş ve zayıflamış, Dersimliler’de kendi ana dillerine ve inançlarına yönelik büyük bir araştırma isteği ortaya çıkmıştır.
Zazaca’nin Türkçe ve Kurmanci’den ayrı bir dil olduğu, Zazaca’nın Kurmanci ve Farsça’dan da eski olduğu ve İrani bir dil olduğu dilbilimciler tarafından ortaya konulmuştur.
Yine sözlü tarihteki “ Horasan kültü “ , son araştırmalarda ki “ Kuzey Horasan-Deylem “ analizleri, İran’da Şia olmayan ve kaç milyon olduğu tahmin edilemeyen “ Ehl-i Haq” inancı mensuplarının, Dersim “ Rae Haq Aleviliği”nin dikkatini çekmesi de, “Geçmişte ki Dersim’i” anlamak için İran’ın kaç bin yıllık kültür ve medeniyeti ile “geçmişimize açılan bir kapı” olduğunu bana ifade ediyor.
Dil ve İnanç açısından İrani olan, Aryan olan Dersim’i anlamak için, yönümüzü doğuya İran’a dönmeliyiz. Pamir dağı eteklerine kadar gitmeliyiz. Bu şekilde ancak geçmişin izlerini bulabiliriz.
İşte benimki de “ geçmişin izlerini” bulma ve takip etme çabası. Pir Sultan’ın çok gittiği ve övdüğü Şah’ın ülkesine bir kapı aralama çabası. Dersim’den İran’a yolculuk işte böylece başladı.
ATEŞGAHLAR ÜLKESİ; AZERBEYCAN
İstanbul’dan THY ile yolculuğa başlıyor, 20 Eylül 2015 gece saat 4:30’ta kendimizi İran topraklarında buluyoruz. Vardığımız şehir, bir zamanlar Akkoyunlu/Karakoyunlu ve Savefi Devletlerine başkentlik yapmış: Tebriz.
Hava aydınlanmaya başladığında Tebriz turumuz başladı. Tebriz, havası serin dağların eteğinde kurulmuş olan bir Azeri şehri. Kent nüfusunun çoğunluğunu Azeriler oluşturuyor. “ Azer” sözcüğü İrani dillerde “ Ateş” anlamına geliyor. Tebriz’in bulunduğu eyaletin ismi de Doğu Azerbaycan Eyaleti. “Azerbaycan” sözcüğü, İslam öncesi İran tarihine dayanan bir yer adı ve “Ateşgahlar Ülkesi” anlamına geliyor. Zerdüşt inancının önemli tapınakları, Arap İstilası öncesi Azerbaycan’daydı. İslam sonrası ise çoğu Ateşgah’ın başına geldiği gibi üzere ya yıkılıyor, ya üzerine mescit inşaa ediliyor ya da çok az şanslı tapınaklardan biri olarak konumunu koruyor.
İRAN’IN ÇATI KİMLİĞİ ; “ Ali Taraftarlığı “
Azeriler, İran’da 25 milyona yakın nüfusu olan ve Şia inancına mensup olan bir etnik topluluk. Ülke’de Doğu ve Batı olmak üzere iki tane Azerbaycan eyaleti var. İran’da Azeri’lerin konumuna vurgu yapmak gerekirse şunu söyleyelim; İran İslam Cumhuriyeti’nin en tepesinde ki “ dini rehber “ olan Ali Hamaney’de Azeri…
Tur rehberimiz esprili şekilde bu durumu şöyle ifade ediyordu “ Biz Azeriler, savaşmadan kan dökmeden İran’ı ele geçirdik “…
Tur rehberi, bu sözleri ifade ederken bir “ etnik milliyetçilik” yapmıyordu, sadece bizlere somut bir olgudan bahsediyordu. Kaldı ki İran’da Şia inancına mensup olan veya Ehl-i Haq inancına mensup olan tüm etnik grupları, tek bir şey çatısı altında tutuyor ; “ Ali Taraftarlığı “ …
Bu taraftarlığın Şia’da ki inanca, Ehl-i Haq da ki inanca yansıması tabii ki farklılıklar arz ediyor. Fakat tüm bu farklılıklara rağmen “ Ali Taraftarlığı” ve “ bu taraftarlık etrafında şekillenen kültür “ , İran’ın temel çimentosu…
Anadolu’da ki deyimle sağlamlığına yapılan vurgu ile “ Ali Taraftarlığı” bir bakıma “ Horasan Harcı”. Bu Horasan Harcı olmasaydı, İran denen ülkenin yerinde bugün onlarca etnik devletten söz ediyor olurduk.
DERSİM’İN ÇATI KİMLİĞİ NEYDİ PEKİ?
Dersim’de öyle değil miydi? Dersim coğrafyasında iki farklı İrani dil olan, Zazaca ve Kurmanci konuşan aşiretleri bir arada tutanın “ inanç olgusu” olduğunu hatırlatalım. Ne yazık ki “ inanç kurumları “ zayıfladıkça, katliam ve sürgünlerle siyaset ve kültür dili Turani’leştikçe, Dersim ait olduğu İrani kültür havzasından kopmuş ve birlik ruhu dağılmıştır. Dersim coğrafyasında İrani dil yerini Turani bir lisana, Rae Haq İnancı yerini Türk-Bektaşi inancına terk etmeye doğru yol almaktadır. Bu bakımdan Dersim’e geçmişi itibarıyla devletsiz bir İrani kültür, şimdiki konumu itibariyle devletli bir Turani kültür, gelecekte de İrani kültür içinde güçlü bir etnik topluluk olan Kürtlerin, ulus-devletleşmesinin sonucunda Kurmanci grubunda bir kültür etkisinde kalacağını düşünüyorum. Bu düşünceleri geride bıraktıktan sonra Tebriz turuna devam edelim.
Tebriz’in Dersimliler açısından, Kızılbaş’lar açısından tarihi bir önemi var. Çünkü tarihte ilk ve son Kızılbaş Devleti olan Savefi Devleti, 1502 yılında Şah İsmail Hatayi tarafından Tebriz’in Akkoyunlular’dan alınması ile bu şehirde kuruldu.
Şah İsmail Hatayi, Tebriz’in alınmasından ve devletin kurulmasından önce Erdebil Tekkesine bağlı talip aşiretlerinin desteğini almak için Dersim-Erzincan arasında Höbek Baba denilen yaylada tabiri caiz ise büyük bir kurultay toplamış, bu kurultaya dilleri Dımılice, Kurmancca, Türkçe olan bir çok aşiret katılmış ve “ baş ile gövdenin “ bu buluşma ile gerçekleştiği yorumları yapılmıştır.
Bu buluşmanın olduğu, Höbekbaba’da bugün anadilleri Zazaca ( Dımılice ) olan Alevi aşiretleri meskundur. Her sene yaz mevsiminde Höbekbaba’da “Höbekbaba Anma Etkinlikleri “ yapılmaktadır. Lakin bu tarihi mekanda Kızılbaş tarihinin bu önemli evresine ilişkin bir etkinliğin olmaması, birkaç sene önce katıldığım etkinlik nedeniyle gözlemlediğim bir eksiklikti. Anma etkinliğinde “ Ne İsmail’den Ne Savefi’den Ne’de 1499-1500 yıllarında ki o büyük buluşmadan “ söz eden bir konuşmaya rastlamadım. Rastladığım tek şey halay çekenler, kutsallığına inanılan dağa tırmanan gruplar, ızgara et kokuları, derme çatma çadırlardı…
DERSİM YAYLALARINDA TEMELİ ATILAN DEVLET; SAVEFİLER
Oysa ki Savefi Kızılbaş Devleti’nin temelleri, Dersim-Erzincan yaylalarında atılmış, Şah İsmail Savefi destek kuvvetleri ile Dersim-Erzincan dönüşü Tebriz’i Akkoyunlular’dan alarak, 1502 yılında Kızılbaş Devletini Tebriz’de ilan etmişti.
İşte Tebriz’i, Anadolu’ya bağlayan Dersim-Erzincan yaylalarına bağlayan, Ortadoğu Tarihine yön veren bu tarihi olayı bir kez daha anmak istedim. Tebriz’in alınması ve Kızılbaş Devleti’nin kurulması İran’ın ve Anadolu’nun kaderini değiştiren, İslam dünyasının da kaderini değiştiren önemli bir hadiseydi.
BATİNİ ALEMİN YÜKSELİŞİ…
Tebriz’in alınması ile beraber, İslam Dünyası İran-Anadolu coğrafyasında Savefi’nin devletsel gücü ile kendi reform ve rönesansını yaratmaya başlamıştır. Resim, müzik, heykel ve diğer bir çok sanat dalı İran coğrafyasında yasaklarla can vermeye yüz tutmuşken, Savefiler bu sanat dallarına “ can suyu” vermişlerdir. Diğer bir yandan İslam dünyasında ki Batini Düşünceler ve Yorumlar artık kendilerine devletsel bir zemin bulmuşlar , “ Kırklar Cemi “ “ Rıza Şehri “ anlatılarının olduğu yazılı metinler sistematik bir şekilde Anadolu’da ki Aşiretler içerisinde “ İmam Cafer-i Sadık Buyruğu “, “ Seyh Safi Buyruğu “ “ Buyruk” gibi isimlerle yayılmaya başlamıştır.
Pir Sultan Abdal gibi onlarca belki de yüzlerce Savefi Taraftarı Ozanlar aracılığı ile “ Şah ve 12 İmam inancı “ , Anadolu’da 12. Ve 13. Yüzyılda ki Hümanizma ile bütünleşmiş ve deyim yerindeyse Anadolu Aleviliği’nin hamuru yoğrulmuştur. Devletinin kurucusu olan İsmail’in aynı zamanda Şair olduğunu Azerice ve Farsça Şiir Divanı olduğunu da belirtelim.
Savefi Devleti nasıl günümüz Şiiliğine doğru yol aldı? Bu soruların cevabını Isfehan Şehri gezisi bölümünde anlatmaya çalışalım…
ŞAİRLERİ YAKILAN ÜLKEDEN ŞAİR ANITLARI OLAN ÜLKEYE…
Pir Sultan’dan, Şah İsmail Hatayi’den bahsetmişken, Tebriz’de ziyaret ettiğimiz ilk yerin Şairler Anıtı olduğunu belirtelim. Bu anıt içerisinde İran’lı 500’e yakın şairin mezarı yer almaktadır. İranlılar, şiir ve edebiyata düşkün bir millet. İşte bu şiir severliğin somut göstergesi de Tebriz’de ki Şairler Anıtıdır. Bu anıt içerisinde ziyaret saatlerinde şairlerin şiirleri müzik eşliğinde okunmaktadır. Bu anıt içerisinde mezarı bulunan şairlerden en tanınmışı Şehriyar’dır. Şehriyar’ın Azerice ve Farsça Şiir Divanları bulunmaktadır. Şehriyar, 1906-1988 yılları arası yaşamıştır. 18 Eylül 1988 tarihinde vefat etmiş, vefatının ardından İran Devletince 18 Eylül “ Milli Şiir Günü “ İlan edilmiştir. Benzer ve ihtişamlı Şair Anıtlarına İran’ın bir çok yerinde rastlayabilirsiniz. Şiraz şehrindeki Şair Anıtları, bunun en güzel örnekleridir.
ŞİİR’İN GÜCÜ İLE KURULAN DEVLET; SAVEFİLER
Savefi Devleti’nin kuruluşu, aynı zamanda “ bir iletişim devriminin “ sonucudur. Şah İsmail başta olmak üzere Savefi şairleri şiirleri, beyitleri, duaz-ı imamları, mersiyeleri, miraçlamaları, tevhitleri ve daha bir çok türü sayılabilecek şiir sanatını müzikle ( thomır, tenbur, bağlama, cura ) ile buluşturarak ayak atmadıkları coğrafyalarda kendilerine büyük bir sempatizan kitlesi kazandırmışlardır.
Savefilerin o dönemin şartlarına göre “ şiir ve müzikle” başardıkları iletişim devrimi, Osmanlı Devleti’ni rahatsız etmiş ve bu devrimin karşısına Osmanlı Devleti “ dini fetvalar ve fetvalar aracılığı ile Kızılbaş’lığı kötüleme, hakir görme ve iftiralara dayalı “ bir yöntem izleyerek çıkmıştır. Bugün Anadolu’da bu fetvaların sonuçları olan algının ceremesini Aleviler çekmeye devam etmekte, hatta çoğu yerde Aleviler can ve mal güvenliği nedeniyle “ Kızılbaş” kimliğiyle kendilerini ifade etmekten uzak durmaktadırlar.
Osmanlı’nın, Savefi’nin Anadolu’da ki “şiir ve müzikli” propagandalarına “fetvalarla “ karşılık vermesi, Şah Hatayi ve Pir Sultan Abdal gibi şairlerin şiirlerinin yayılmasının önüne geçememiştir. Zira bu Kızılbaş Şairlerin kullandıkları “ iletişim dili “ Anadolu’da kitlerle o kadar “ ruhi/manevi bir bağ” kurmuştur ki “ zaman ve mekan onların (Kızılbaş şairlerin şiirleri) karşısında yenilmiştir “ diyebiliriz.
İşte şiirin gücü, şiirin müzikle buluşması ve ölümsüzlüğü, Savefi’nin kuruluş döneminden Anadolu’da ki devletsiz Kızılbaş’lara kalan güçlü bir manevi miras olmuştur.
KARANLIK DÖNEM BİTİYOR…
Söz Şiire gelmişken “ İrani halkların büyük şairi “ Firdevsi’yi anmamak, en büyük kötülük olur. 600’lü yıllara gelindiğinde İran Sasani Devleti hanedanlar arası iç çekişmeler, toplumda oluşan kast sistemi, Doğu Roma ( Bizans) ile uzun yıllar yapılan savaşlar etkisiyle bitap düşmüş, İslam Halifesi Ömer döneminde Araplar, İran’ı istila etmeye başlamış, Zerdüşt İran Sasani İmparatorluğu 636 yılında Kadisiye’de ve 642’de Nihavend’te yapılan savaşlarda Arap ordularına yenilmiş, son Sasani Şahı 3.Yezgird Horasan’a iltica etmiş, 651 yılında 3. Yezgird’in ölümü ile Sasani Devleti son bulmuştur.
Müslüman Araplar; Zerdüşt Dinin merkezi koca İran’ı baştan sona talan etmişler, Ateşgedeler’in çoğunluğu yakılıp-yıkılmış, Zerdüşt rahiplerinin önemli bir kısmı Hindistan’a iltica etmiştir.
Deyim yerindeyse İran’ın üzerine Ehrimen’in bulutları çökmüş, Ahura Mazda can çekişirken, Arap ordularının istilasından 200 yıl sonra İran’da yerli hanedanların Arap Irkçılığına karşı, İslam öncesi İran’ın değerlerine sahip çıkmaya çalıştığı bir dönem başlamıştır.
Arap Irkçılığına karşı İran’da gelişen tepki edebiyata da yansımış, Zerdüşt’lük dönemine ait hikayelerin, destanların, mitolojilerin derlenmeye çalışıldığı bir dönem 900’lü yıllarda İran’da başlamıştır.
Fakat bu derlemeler sırasında ne yazık ki İslam öncesi İran Yazı Dili unutulmuş olduğundan, Arap alfabesinin Farsça’ya uyarlanışıyla eserler kaleme alınmaya başlamıştır.
BİR AHURMA MAZDA SAVAŞÇISI; FİRDEVSİ
İşte bu dönemde Firdevsi adlı bir Şair ortaya çıkmış, İslam öncesi İran’a ait hanedanlar tarihini, mitolojileri, hikayeleri ve destanları son Sasani Şahı 3.Yezdegird’e kadar 60.000 beyit ile Şahname adlı yapıtında bir araya getirmiş ve Arap kültürü etkisinde her geçen gün yok olan İrani halklarda “ milli uyanışı” başlatmıştır.
Firdevsi, 977 ile 1010 yılları arasında hayatının 33 yılını İran’ı gezerek, İslam öncesi sözlü kültürü yazılı kayıt haline getirmeye çalışarak, Zerdüşt rahipleri yanında kalarak Eski Pehlevi dilini öğrenmeye çalışarak geçirdi.
Arap İstilası ve Irkçılığına karşı ateşli bir aleyhtar olan Firdevsi Şahname’de şöyle demiştir;
“ Olmayacaksa İran olmasın benim için ten
Kalmasın bu topraklarda bir canlı ten
Vatanımız ve çocuklarımız uğruna
Namusumuz, küçük çocuklarımız ve yakınlarımız uğruna
Vatanımızı düşmana teslim etmekten,
Daha iyidir hep birlikte gitmemiz ölüme “
Firdevsi’nin Şahnamesi’ni bugün elimize aldığımızda onda Eski İran’ı, Newroz’u, Zalim Kral Dehak’ı , Kürtler’i, Demirci Kawa’yı bilcümle kendi kayıp tarihimizi bulabiliriz.
Firdevsi, her ne kadar Farsça ile yazmış olsa da O’nun yazdıkları sadece Farsların değil, Kürdü ile Zaza’sı ile , Lur’u Gilek’isi ile tüm İrani Halkların ortak geçmişi ve edebi direnişidir.
Edebiyat ve kültür fukarası Türkiye’de değil ama Edebiyat ve Kültür ülkesi İran’da İranlılar Newroz’da sofraya Kuran’ın yanında Firdevsi’nin Şahnamesini’de koyarlar. Çünkü İran coğrafyasında Kuran’dan dahi fazla okunan bir kitap varsa o da Tus’lu Firdevsi’nin Şahname’sidir.
Bir İranlı Şair’in dediği gibi;
“ Şahname hiç abartısız Kur’an’ıdır Acemin
Tus bilgesinin rütbesi de peygamberlik rütbesi “
Böylece Tebriz’de ki Şairler Anıtı gezisi vesilesi ile İrani Halkların Büyük Şairi Firdevsi’yi de anmış olduk.
Mescid-i Kabut ve İran’da Ezan…
Tebriz Gezimizin ikinci ayağında Mavi Çinilerle süslenmiş, 1400’lü yıllarda inşaa edilmiş eski bir ibadethane olan Türkçesi “ mavi mescit “ anlamına gelen Mescid-i Kabud’u gezdik. Mescid içini gezdiğimizde, dışardan hızlı adımlar gelen orta yaşlarda olan bir adamın “ Ezan okumasına “ şahit olduk.
Okuduğu Ezan, Türkiye’de beş vakit dinlediğimiz ezan makamından çok farklı, melodik-ilahi makamındaydı. Ve Tabii ki “ Ezanın sonunda Sünni Dünya’dan farklı olarak Ali’nin Allah’ın velisi ( dostu ) olduğu da “ belirtiliyordu.
Şeriat Kurallarına yönetildiğini bildiğimiz İran’da, ezberleri bozan durumlar var doğrusu…
İran’da Ezan’ın 5 vakit okunması söz konusu değildir. İş ve sosyal yaşama engel olması nedeniyle yatsı ve ikindi namazlarını öğle ve akşam namazlarıyla birleştirmişler.
Yine Ezan’ın, mecsit dışında okunması gibi bir durum söz konusu değildir. Bir Haftalık İran turumuzda Tebriz’den Şiraz’a gezdiğimiz 6 büyük İran şehrinde Ezan sesi hiç duymadık. Ezan sesinin tek duyulabileceği yer mescitlerin içerisi. İran Şia’lığının bu durumu hiç kuşku yok ki Sünni Dünyasına göre farklılık arz eden bir olgu.
Türkiye’de her minareden yükselen onlarca detone ses maaş karşılığında insanları ibadete çağırıyor ve hiç kimse çıkıp ta şunu demiyor yada diyemiyor ; “ Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz, 7. Yüzyılda saat yoktu, yazı yoktu teknoloji yoktu ama şimdi bu imkanların hepsi var, namaz vaktini bilememek gibi bir durum Sünni dünyasında söz konusu olamaz, ne gerek var dışarda bas bas detone detone ezan okumaya, cami içinde okunsun… “ diye…
Buyrun siz yorumlayın Laik ülke Türkiye’de ki çağdışı uygulama ile İslam Ülkesi İran’da ki “ ezan “ okunma biçimini…
İslam ülkesi İran’ın Şehirlerinde Türkiye’de ki gibi her 50 metrede bir cami göremezsiniz. Ki İran’da “ Cami “ tabiri ibadethaneler için kullanılmıyor, ibadet ettikleri yere sadece “ Mescid “ diyorlar.
Namaz vakitlerinde namaza iştirak eden İran’lıların sayısı ise Türkiye’de ki gibi çok değil. Haftanın Perşembe ve Cuma günleri tatil olan İran’da Cuma namazına katılanların sayısı Türkiye’ye oranla çok az.
Diğer bir yandan İran’da Cuma günleri, her şehirde sadece bir “ mescitte” namaz kılınması zorunluluğu var. Yani her mescitte namaz kılınamıyor.
Mescid ziyaretimiz sırasında Kadın ve erkeklerin aynı alan içerisinde, erkeklerin önde, arkada ise kadınların namaz kıldığını gördük. Namaz kılımı sırasında mescit içinde ki biz gezginlere karşı bir hareketlerini gözlemedik.
Namazları sırasında Kerbela’dan getirilen topraktan yapılan yuvarlak taşlar üzerine alınlarını koyuyorlar, namaz bitiminde bu taşları mescid içinde ki bir kutuya bırakıyorlar.
İran’da ki Şii’ler’in abdest olayı da Sünnilere göre farklılar içeriyor. İran’da “abdest” kavramı yerine “ dest namaz “ kavramı kullanılıyor.
Şu hususları da paylaşalım; Şah İsmail Hatayi 1502 yılında Kızılbaş Devleti’ni kurduğunda İran nüfusunun büyük çoğunluğu Sünni’ydi. Aynı yüzyılda Anadolu’nun ise büyük çoğunluğu Kızılbaş’tı. Fakat İran’da ki Sünni’lik tasavvuf ve tekke kültürü ile çok iç içeydi.
İran’da ki tekke ve dergahların çoğunluğunda “ Mistik/Batini İslam öğretileri” hakimdi, Sünni topluluklarla bu dergahlar arasında kanlı-bıçaklı bir kavga yoktu. Hatta Şah İsmail’in büyük atası Şeyh Safi’nin de Sünni kökenli olduğu ve tekke kültürü içinde yetiştiğini belirtelim.
Erdebil Tekkesi de işte 1400’lü yılların başında kurulduğunda Mistik İslam ile Sünni İslam arasında bir çizgide iken, Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyt döneminde “ Sünni dünyası “ ile “köprüler tamamen koparılmış”, Batini/Şia yorumlar Erdebil Tekkesine hakim olmuştur.
Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar döneminde ise, Erdebil Tekkesi mensupları 12 İmam’ı temsilen 12 imameli kızıl bir başlık giymeye başlamışlar ve kendilerine de “ Kızılbaş “ demeye Farsça ile “ SerheSor” demeye başlamışlardır.
Savefi Devleti’nin kurulmasından sonra ise Şah İsmail, İran’da çoğunluk olan Sünni’lere karşı ilk hamlesini yapmış ve Savefi Devleti’nin Resmi İnancının 12 İmam İnancı olduğunu, Ezan’ın 3 vakte indirildiğini, Ezan’ın sonuna “ Ali Allah’ın Veli’sidir” cümlesini eklendiğini, ayrıca ülke topraklarında ilk üç halife olan “ Ebubekir, Osman, Ömer “ isimlerini “yasakladığını” ilan etmiştir.
İran’da ki Batini Düşüncelerde olan Dergahların varlığına ise dokunulmamıştır. Zira Şah İsmail Hatayi , Sünni’likten Batini İslami yorumlara evrilen Erdebil Tekke’sinin Şeyhiydi. Ve ölene kadar da “ Kızılbaş inancına uygun “ yaşadı.
Şah İsmail Hatayi’nin iki türlü politikası vardı. Biri halkı kendisi gibi Kızılbaş olan Anadolu’ya karşı, diğeri ise halkının çoğunluğu Sünni olan İran’a karşıydı.
Anadolu’da Erdebil Tekkesi aracılığı ile sonuna kadar Batini yorumların yayılmasını sağlarken, İran’da ise Sünni toplulukları Arap Şiiler’den yardım alarak, Şii’leştirmeye çalışıyordu.
Niye Kızılbaş’lık değil de Şii’lik diye sorabilirsiniz? Bunun sebebini ben İran’da ki Sünni nüfusun ibadet ritüelleri açısından kendisine yakın olan Şii’liğin ritüellerini daha rahat kabul edebilme düşüncesine ve Sünni’lerin çok yabancı oldukları Batini Kızılbaş İnancına ani geçişlerinin zor olmasına bağlıyorum.
İsmail’in İran ve Anadolu’da ki “dini reformları” neticesinde, Anadolu’da İsmail yanlısı Osmanlı karşıtı isyan hareketleri, İran’da ise Sünni Osmanlı ve Özbek Şeybek Hanlığından yardım isteyen ve İsmail’e karşı isyan bayrağı açan hareketler ortaya çıkmaya başladı.
Taliplerinin gözünde “ yarı-tanrı “ görülen Genç Şah, dini reformların neticesinde kendisini dört bir yanda ateş çemberinde buldu. “Kızılbaş Ordusu” üç bölüme ayrıldı. Bir bölümü Anadolu’da 2. Beyazıd ve Yavuz Selim’ karşı hareket halinde, diğeri İran’ın içinde ki reform hareketlerine karşı çıkan Sünni gruplarla çatışmakta, diğeri ise Horasan eyaletinde Özbek Hanlığının İstilasını durdurmaya çalışmaktaydı.
Bu üç cepheden biri olan Anadolu cephesinde Osmanlı ve Savefi kuvvetleri birbirlerini 200 yıl sürecek bir savaş içinde sürekli çatışır buldular ve yenişemediler.
İç İsyanların olduğu cephede ise isyanların hepsi İsmail ve devamında ardılları tarafından bastırıldı.
Özbek Cephesinde ise Şah İsmail, Özbekleri korkunç bir yenilgiye mahkum etti ve böylece İran’ın iç ve doğu hudutlarını güvenlik altına aldığı gibi, dini reformların da zorla Sünni gruplar üzerinde etkili olmasını sağladı. Ve netice de Sünni İran’ın Şii İran’a evrilişi Savefiler tarafından başarıldı.
Anadolu’da ise Çaldıran Savaşında ki “göreceli yenilgi” , Kızılbaş ordusunun destekçisi olan Anadolu’da ki bazı güçlü Türkmen/Dımıli/Kurmanc aşiretlerin Osmanlı Safına geçmesi ile yarıda kaldı.
Savefi Devleti’nin temelinin Dersim-Erzincan yaylalarında atıldığını daha önce ifade etmiştik. Çaldıran Harbi sonrası ise Savefi Devleti’nin kuran sayılı beyliklerden biri olan Çemişgezek Beyliği “ Kızılba yolunu” terk etti ve Osmanlı Saflarına katıldı. İşte bu durum, Savefi Devleti’ni güçlü olduğu Kürt/Dımıli coğrafyasında zayıf duruma düşürdü. Bu Fırsatı değerlendiren İdris-i Bitlisi, Çemişgezek beyi, Piran-Palu beyleri, Bıyıklı Mehmet Paşa Dersim-Erzincan yaylalarında yapılan meydan savaşlarında Kızılbaş Birliklerini dağıttılar.
Nur Halife başta olmak üzere bir çok Kızılbaş komutan hayatını bu savaşlarda kaybetti. Ve ardından Kemah/Kiği/Erzincan/Bingöl çevresi/Dersim’in güneyinde ki Kızılbaş kaleler Osmanlılar’ın eline geçti. Daha sonra ise İdris-i Bitlis-i Şafii/Hanefi Kürt aşiretlerini, Kızılbaş Kürt/Dımıli/Türkmen aşiretleri ile Savefi Devleti’nin bağı zayıflasın diye tampon bölgeye yerleştirdi. Ve böylece Anadolu’da ki Erdebil Tekke’sinin reform hareketleri dini amacına ulaştı ama siyasal amacına ulaşamadı.
Anadolu Kızılbaş kaldı da neden Savefi Devleti, Kızılbaş’lardan ve Kızılbaş inancından koptu? Bunun nedenini Isfahan Şehri gezisi bölümünde anlatmaya çalışacağım.
Mescid-i Kabud gezisi sonrası Azerbaycan Milli Arkeoloji Müzesini ziyaret ettik. Bu ziyaret sırasında İslam öncesi ulusal İran çivi yazısı ile yazılmış, Zerdüşt’lük dönemine ait yazılı kitabeleri ve eski çağlara ait pek çok eser gördük. Zerdüşt’lük bölümüne Yazd Şehri gezisi bölümünde ayrıntılı yer vereceğimden burada kısaca konu üzerinde durmak istiyorum.
Zerdüşt’lük, İslam öncesi İran’ın ( en az 1000 yıllık süre ) Resmi Dini idi. Dolayısıyla pek çok İran Şehrinde nereye giderseniz gidin bir Zerdüşt tapınağı ya da bir Zerdüşt tapınağı üzerine inşaa edilmiş mescitler ve türbeler bulursunuz. Yani İslam sonrasında ve halen günümüzde türbe olarak ziyaret edilen binlerce “ Ateşegede “ İran’da var. Kimin türbeleri diyecek olursanız Rehberimizden edindiğimiz bilgiyi aktaralım.
İran’da 30 bin civarında 12 İmam / Ehlibeyt soyundan geldiğine inanılan türbe ve ziyaret yeri var. İran Kültür Bakanlığı ise yapmış olduğu bir araştırma neticesinde bu 30 bin civarında ki türbeden 3-4 bin kadarının 12 İmam soyundan gelenlere ait olduğunu, geriye kalan binlerce türbenin ise eski Zerdüşt/Ateşgede Tapınakları olduğunu, İslamiyet sonrası ise İranlıların buraları “ Ziyaret” etmeye devam ettiklerini ve “ Ziyaret “ yerleri olarak gördüklerini belirtti. İranlı Rehberimiz, bu bilgiyi kendisine bir bakanlık yetkilisinin verdiğini ve bakanlığın bu araştırma sonucunu halkla paylaşmadıklarını belirtti. Bakanlığın bu hususu paylaşmamasının nedeni olarak ta halkın inançlarına karşı bir hareket içerisinde olmamak ve yanlış anlaşılmamak olarak belirtti.
İrani halkların yaşadığı Anadolu’nun içinden Pamir Dağları eteklerine kadar 3-4 milyon karelik bir coğrafyada güçlü bir “ Ziyaret kültürü” var. Bu “Ziyaret kültürü” hangi din gelirse gelsin mekânsal ve işlevsel konumunu korumuş durumda.
Bunun en güzel somut örneği de bizzat Dersim değil mi? Dersim’de binlerce ziyaretin varlığı, bu ziyaretlerin kaç bin yıldır işlevsel olması da, İrani bir kültürün bir parçasının sonucudur.
Azerbaycan Ulusal Müzesinin gezisinin ardından, dünyanın en büyük- eski kapalı çarşısı olan Tebriz Pazarına gittik. Bu Bazar içerisinde gezdiğinizde kendisini kaybedebilirsiniz. Bu Bazarın büyüklüğünü şöyle ifade edebiliriz; İstanbul’da ki Mısır Çarşısının en az 30 katı büyüklüğünde olan içinde 7 binden fazla dükkan, onlarca kervansaray, kervansaray avlusu, meydanı bulunan dev bir tarihi ticaret kompleksi.
Tebriz Çarşısı içerisine adım attığınızda sizleri İran’ın “o muhteşem hikayelerin, insan Portelerinin bulunduğu duvar halıları” her sokakta sizi karşılayacak. Tabii ki estetik açısından gözlerini büyüleyen bu duvar halıların fiyatları da bir o kadar yüksek. Şayet maddi durumunuz iyiyse birkaç bin dolara çok güzel öyküsel tasvirlerin olduğu bu duvar halılarını alıp, evinizin en değerli köşesini ona ayırabilirsiniz.
Hatırlar mısınız? Dersim’de eskiden kadınlı-erkekli/ bitkili/hayvanlı süsleme duvar halıları çok yaygındı. Her köy evinin en estetik yeri kuşkusuz o sanat köşesiydi. 1994 yılında köylerin yakılıp-yıkılması, Dersim kırsalından 60 bine yakın köylünün kent merkezlerine göçü geri de bu “ duvar halısı kültürünü” de bitirdi.
Tebriz Bazarını gezerken Dersim’de yitip-giden bu kültür aklıma geldi. Belki başka bir zaman Tebriz’e gittiğimde bu güzel halılardan birini alabilirim.
Tebriz Çarşısı gezisi sırasında çarşının bir meydanında Azeri esnaf bizlere çay ikram etti. İran’da ki Azeriler son derece cana yakın ve misafirperver insanlar. Bunu, onların sizle kurduğu iletişimden rahatça anlayabilirsiniz.
Tebriz Çarşısı gezisi sonrası Tebriz kent merkezine gittik ve kent merkezi gezimizin ardından bir zamanlar ismi “ Şah Gölü “ olan, devrim sonrası ismi “El Goli” olan göl kenarında bir mekana gittik. Yeni isim “ Halk Gölü “ anlamına geliyor ve Şah karşıtlığının tipik simgesel göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.
Gölün etrafında çay bahçeleri ve restorantlar var. Bu restorantların birinde yemek yedikten sonra Kowsar adlı göl kıyısında ki otelimize geri döndük ve İran’ın Batıya açılan kapısı Tebriz’de ki turumuz böylece bitmiş oldu.