ALEVİ TARİHİNE KISA BİR İRANOLOJİK BAKIŞ ve SOL VAHABİLİK/SELEFİLİK: ALİ’SİZ ALEVİLİK ÜZERİNE
1.BÖLÜM
“İran” sözcüğü “ Aryan Halkların/Kavimlerin Ülkesi “ anlamına gelmektedir. Dolayısıyla da “İran” sözcüğü bir üst çatı ismi olup, birebir bir etnik kimliği ve dili değil, şemsiyesi altında Farslar, Zazalar, Lurlar, Talişler, Goranlar, Kürtler, Afganlar, Tacikler, Azeriler olmak üzere birçok etnik kimliği ve dili barındırmaktadır.
Batılı Kaynaklar ise “İran” sözcüğü yerine, Eski Yunan’dan aldıkları sözcük olan “Pers” kavramını kullanmışlardır. “ Pers” sözcüğü esasen, Aryan Halklardan sadece birini vurgulamaktadır. Bu bakımdan “İran-Aryan” kavramının daha kapsayıcı olduğunu bir kez daha belirtmek gerekir.
Neden Alevi Tarihine İranolojik bir bakış dedim? Çünkü bugüne kadar Alevilik konusunda yazılan eserlerin çoğu meseleyi Türkçü ve Turancı bir bakışla ele aldı. İrani Halkların, Türki halklardan daha önce İslam ile tanıştığını ve İslam’ın içinde etkisi günümüze kadar devam eden siyasal, dilbilimsel ve teolojik etkisini göz ardı ettiler.
Alevi Araştırmacılarının çoğunluğu Farsların, Dımıli/Zazaların, Talişlerin, Kurmancların, Goranların, Soranların, Gilekiler, Tacikler, Afganlar, Hazaralar gibi pek çok Aryan-İrani halkın, Türki topluluklardan neredeyse birkaç asır önce İslam Dini ile tanıştığını ve onun siyasal ve teolojik geleceğine şekil verdiğini görmezden gelmesi beni kısa da olsa bu alanda birkaç kelam söylemeye ve yazmaya yöneltti.
Özellikle son dönemlerde, “Sol Vahabilik” olarak adlandırdığım temellerini Sünni kökenli eski tüfek Marksistlerin attığı “ Ali’siz Alevilik ” adlı düşünce mensuplarının “Alevi” sözcüğünün kökenini bile Şir-i Yezdan, Şah-ı Merdan, Ebu Turab Aliyel Murteza’dan koparmaya ve Türkçe üzerinden yorumlamaya çalışmaları ve İranolojinin her alanda nasıl da ihtiyaç duyduğumuz bir bilim dalı olduğunu bizlere tekrardan hatırlattığını belirtmek isterim.
Zira öyle ki bu “Sol Vahabi/Selefi” yazarları , “v” harfinin İrani dillerde bir kaynaştırma harfi olduğunu dahi göz ardı ederek “Alevi” sözcüğünün kökenini Türkçe olan “ Alev” sözcüğüne bağlıyorlar ve eşine ender rastlanır bir Emevi kurnazlığı ile Alevi Toplumunun kafasını bulandırmaya, Alevi Toplumu içinde mezhepleşmeye ve hizipleşmeye kadar varacak fikirsel nifak tohumlarını ustalıkla hoşgörü tarlamıza serpiştirmeye çalışıyorlar.
İrani dillerde kuraldır; sonu sesli harfle biten bir seslinin sonuna aitlik “-i” eki getirdiğiniz zaman araya kaynaştırma harfi olan “ v “ harfi girer. Sondaki “-i” takısı uzun okunur.
Ali-(v)-i: Alevi, Musa-v-i: Musevi, İsa-v-i: İsevi;
İrani dillerde, sonu sessiz harf ile biten bir sözcüğe aitlik “-i” geldiğinde ise araya kaynaştırma “v” harfi girmez. Ve sonda ki “-i” takısı uzun olarak okunur.
Celal-i: Celali, Muhammed-i: Muhammedi, Abbas-i: Abbasi gibi…
İşte “Alevi” sözcüğünün kökeni bu kadar açık iken, dilbilimden anlamaz yeni güneş-dil teorisyeni Sol Vahabiler, Alevi toplumunun sembol değerlerini ve mihenk taşı olan kavramları ters-yüz ederek, gözenin başını bulandırmaya çalışıyorlar. Ve ne yazık ki bu bulanık sudan içen bazı canlarımızda farkında olmadan oturdukları binanın temelini yıkmaya çalışıyorlar. Ve her geçen gün “ Ali’den başlamak üzere Pir Sultan’sız, Virani’siz, Yemini’siz, Şah İsmail’siz, 12 İmam’sız, pir’siz talip’siz ocak’sız “ bir yol yaratmaya çalışıyorlar.
Diğer bir yandan neden “Ali’siz Alevilik” teorisyenlerine “Sol Vahabici” dediğime gelince; Çünkü bu fikir mensuplarının Ali ve Alevi tarihini değerlendirirken ele aldıkları kaynaklar Emevi Tarihçi ve Hadisçilerinin yazdıkları kitaplar. Alevilik konusunda yazarlarken ne tarih bilimi konusunda, ne kronoloji konusunda, ne teoloji konusunda, ne arkeoloji ve ne de edebiyat konusunda bir bilgileri yok. Yaptıkları tek ustaca iş “ sapla-samanı birbirine karıştırmak” ve 1,5 milyarlık Vahabi karanlığına sığınarak tarihi ters-yüz etmeye çalışmak.
Ve Vahabilikle/Selefilikle en benzeşir yanları her iki düşüncenin de “ Ali ve Ali nesline “ olan düşmanlık, karalama üzerine eylemlerde ve şeriat kapısında ki zahiri değerlendirmelerde fikirsel birliktelikleri. Şimdilik bu kadarı bir girizgah olsun, geleceğe ayrıntılı bir yazı olsun, diyerek kısa İranolojik Alevi Tarihini okumaya buyurun efendim…
İSLAM VE ÇÖKEN İKİ UYGARLIK; ROMA VE İRAN
M.S 600’lü yıllarda Dünya üzerinde iki büyük güç vardı. Bunlardan biri, Hristiyanlığı İsa’nın ölümünden yaklaşık 300 yıl sonra resmi din olarak benimsemiş olan Roma İmparatorluğu ve Zerdüşt’ün ölümünden yaklaşık 700 yıl sonra Zerdüştlüğü resmi din olarak kabul etmiş olan Sasani İmparatorluğuydu.
Bu iki büyük güç M.S 500-600’lü yıllarda birbirleriyle yaptıkları yüzlerce savaşta birbirlerine galip gelemediler, galip gelemedikleri gibi yıllarca süren uzun savaşlar her iki imparatorlukta iç isyanlara neden oldu, bu iç isyanlara ekonomik krizlerde eklenince ve paralı birliklerden oluşan ordu yapıları zayıflayınca karşılarına çıkan yeni bir siyaset ve dinin karşısında mağlup oldular; İslam…
İşte Roma’nın ve İran’ın karışıklıklar içinde bulunduğu bu dönemde, Arap yarımadasında Muhammed Peygamber ortaya çıktı ve ilahi mesajlarıyla Arap yarım adasında siyasi ve dini birlikteliği sağladı. Muhammed Peygamberin ölümünden sonra ki 3 Halife döneminde İslam dini kurumsallaşmaya başladı ve Muhammed’in vefatından yaklaşık 30 yıl sonra, Halife Ömer döneminde Arap Orduları Roma’nın elindeki Kuzey Afrika, Mısır, Suriye ve Filistin’i alarak Roma İmparatorluğuna büyük bir darbe vurmuş oldular. İran ise Roma kadar şanslı değildi, Sasani İmparatorluğu 650’li yıllarda üst üste yapılan tüm savaşlarda Arap Ordularına yenildi. Ve İran Tarihinin karanlık dönemi başladı.
Bu karanlık dönemin faturası, Halife Ömer’e çok ağır bir bedele mal oldu. Çünkü köleleştirilmiş bir İranlı sanatkar olan Ebu Lulü El-Firuzi, Halife Ömer’ı bıçaklayarak öldürdü ve ardından intihar etti. Bugün Ebu Lulü El-Fıruzi adına İran’ın Kaşan şehrinde bir temsili türbe vardır. Ve Halife Ömer’in katli eskisi kadar yoğun olmasa da İranlı Şiiler tarafından “ Omar Kiştun” yani “ Ömer Öldü” bayramı olarak kutlanmaktadır. Çünkü İranlılar, Ömer’in ölümü ile İran’ın Araplar tarafından fethinin intikamının alındığını düşünmüşlerdir.
İşte Halife Ömer’in İranlı bir köle tarafından öldürüldüğü dönemde, Muhammed Peygamberin torunu Hz. Hüseyin, Son Sasani Şahı 3.Yezdegird’in kızı Prenses Şariban evleniyordu. Bu evlilik sıradan bir evlilik değildi, çünkü sonuçları itibariyle Araplarla İranlıları ileride birçok kez karşı karşıya getiriyordu.
Eski çağlarda evlilikler, siyasi ittifaklar kuran, savaşları sona erdiren, sulhu sağlayan etkisi asırlar sürecek manevi etkiler bırakan bir araçtı. İmam Hüseyin ile Sasani Şahının kızı Şariban’ın evliliği de İran’la kurulmuş manevi bir bağdı aynı zamanda.
Hz. Ali’nin en büyük destekçileri ise Araplardan çok İranlılardı. Hz.Ali’nin devlet başkanı olduğu dönemde devletin başkentini Medine’den, İranlı nüfusun Arap nüfusu kadar yoğun yaşadığı ve İran’a yakın olan Kufe şehrine taşıması bunun göstergesidir. Hz. Ali’nin siyasi rakibi olan Muaviye ise halkının tamamına yakını Arap olan Şam’dan ülkeyi yönetiyordu.
Ali ve Muaviye arasında ki çatışmanın artık perde arkasında sosyal sınıflar arasında ki çelişkilerin yanı sıra Araplar ve İranlılar arasında ki uzlaşmaz kültürel çizgiler vardı. Ve Muaviye ve soyundan gelen Emevi Hanedanı çok katı bir Arap Irkçısıydı. Aynı zamanda Hz.Muhammed’e karşı en çok savaşan aileydi.
Hz. Ali ve soyundan gelen İmamlar ise tam aksine “ Arap ırkçılığının karşısında olmuş ” ve bu durum İranlı halklarda Ehlibeyt taraftarlığının güçlü olmasını sağlamıştır.
Hz. Ali’nin hayatta olduğu dönemde kendisine bağlı olan siyasi-idareci kişilerden Selman-i Pak’ın bir İranlı olması bir tesadüf değildir.
Çünkü Hz. Ali döneminden başlamak üzere Ehlibeyt’in Arap Kültürü ile olan bağı gittikçe zayıflamaya başlamıştır. Bu Araplığa ilişkin siyasi-kültürel kırılganlık Kerbela’da doruğa çıkmıştır.
680 Yılında Kerbela’dan kadınların kendisini çarşaflara sararak kurtulmasını sağladıkları çocuk yaştaki 4.İmam Zeyneli Abidin, İranlılaşmanın ete-kemiğe bürünmüş bir simgesidir. Çünkü İmamı Zeynel Abidin, Hz. Ali’nin torunu olmasının yanı sıra Zerdüşt olan Son Sasani İmparatorluğunun Şahı olan 3.Yezdegird’in de torunudur.
İmam Zeynel Abidin’in Kerbela’dan sağ kurtulması, kendisinin soy bağının son Sasani Şahı ile birleşmesi, Arap İşgali altında olan İranlıların etrafında toparlanacakları büyük bir manevi gücün ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ve bu manevi gücüde kökenen Arap görülen zamanla İranlılaşan Ehlibeyt, İranlı halklara sağlamıştır.
Nitekim Kerbela’ nın intikamını almak isteyen Hz. Ali yanlısı Muhtar Segafi’nin en büyük yardımcısı İranlılar olmuştur. 685 yılında Muhtar Segafi’nin İranlıların desteği ile Irak’ta başlattığı isyanın sonucu Kerbela’nın sorumlularından Yezit hariç katliama dahil olan vali-komutan-askerin hepsi öldürülmüştür. Muhtar Segafi’de nitekim ordusunda ki Arap askerilerin ihanetine uğramış ve Zübeyriler tarafından 687 yılında öldürülmüştür.
Kırklar Meclisinde Bir İranlı: Selman
Alevi İnancının Kırklar Meclisi Anlatısında, Muhammed Mustafa’nın Kırklar Meclisinin meydanına geldiğinde sorduğu şu soruları ve cevapları hepimiz düşünelim;
Muhammed : “ Sizler kimlersiniz ?”
Kırklar : “ Bizler Kırklarız”
Muhammed : “ Saydım 39 kişisiniz, biriniz yok” der
Kırklar: “ Selman Fars’tadır, onun için bir eksiğiz “derler
Muhammed : “ Delil gösterin” der
Kırklar : “ Birimiz kolumuza neşter vursa kırkımızdan kan akar derler” ve biri koluna neşter vurduğunda orda bulunan 39 ulunun kolundan kan akar ve gökten de meydana kan akar, akan kan Selman-i Farsi’nin kanıdır.
Muhammed : “ İnandım der “ ve o sıra Selman-i Pak elinde bir üzüm tanesi ile çıkıp gelir ve Muhammed’e o üzüm tanesini herkese paylaştırmasını söyler ve Muhammed o üzüm tanesini eliyle dolu yapar, hepsi içer, mest olur ve semah dönmeye başlarlar.
Kırklar Meclisi anlatısında şu önemli noktaları dikkatinize sunmak isterim. Anlatıda Kırklar’dan 39’nun kavmi/ulusal kimliğine yönelik bir vurgu yok iken, kavmi vurgulanan tek kişi İranlı Selmani Farsi’dir.
Selmani Farisi (ölüm 656) başlangıçta Zerdüşt İnancına daha sonra Hristiyan ve en son da Muhammedi İnanca dahil olmuş, okuma-yazması olan, eski İran mitolojileri, Hristiyan ve İbrani anlatılarını bilen dönemin bilgin kişilerindendir.
Kırklar Meclisine, Elinde üzüm tanesini getiren İranlı Selman’dır. Tek bir üzümü paylaştırılmasını isteyen, kadehte dolu yapılmasını isteyen İranlı Selman’dır. Kadehten dolu içip semahı başlatan İranlı Selman’dır. Yani İranlı Selman’ımız olmadan Kırk olamıyoruz, yekvücut olamıyoruz. Anlatının mesajı bu kadar nettir. Ve anlatıda ki kırkıncı kişinin İranlı olması da bir tesadüf değildir. Bilinçli ve etkili bir vurgudur. Ve Kırklar Meclisi Anlatısının İran topraklarında ortaya çıktığının işaretini vermektedir.
Bu anlatımlarından şunu demeye çalışıyorum, o dönemin Arapları ellerinde ki hançerleri Hz.Ali’nin soyundan gelenlerin boğazlarına dayamaya çalışmakla meşgul iken İranlılar ise o hançerin önünde kalkan olmaya çalışıyorlardı. İran ve İran’a yakın olan Irak artık Ehlibeyt’in kendilerine kucak açılan ve sığındıkları tek liman oluyordu.
EMEVİ REJİMİNE SON VEREN İRANLI: EBÜ MÜSLİM EL-KÜRDİ
Bugün ismi tarihimizde hayırla yad edilen, Horasanlı bir Kürt olan Ebu Müslim’in 750 yılında Ehlibeyt adına Emevi Rejimine bayrak açması da bir tesadüf değildir. Emevi Rejimine son veren bu Alevi Kahramanı yine İranlı bir Kürttür.
Arabistan’dan binlerce km uzaklıkta Afganistan sınırında Horasan’da İmam Rıza’nın türbesinin olması bir tesadüf değildir. Ki bugün İran’da 12 İmam soyundan gelen binlerce kişiye ait türbeler bulunmaktadır.6.İmam Caferi Sadık’ın oğlu İsmail adına Mısır’da ilk defa bir kadın isminin verildiği “ Fatimiler” devleti kuranlarda, 12.İmam Mehdi’nin 900’lü yılların başında ortadan gaybı ile birlikte İran’da 300 yıllık Arap işgaline 12 İmam adına son veren Deylemli Büveyhilerde bir tarihsel zincirin halkalarıdır.
İRAN’DA ARAP İŞGALİNE SON VEREN DERSİM’LİLERİN ATALARI: DEYLEMLİLER
Deylemli Büveyhiler 950-1050 yılları arasında İran coğrafyasında Arap işgaline son vermiş, Bağdat’ta ki Sünni Abbasi Hilafetini elinde oyuncak haline getirmiş, 12 İmam adına ilk yas törenlerini başlatmışlardır. Muhtemeldir ki 12 İmam Matem orucu da Büveyhiler döneminde başlamıştır Zaten tarihi kronolojiye uygun olan da budur. Çünkü İlk İmam Ali ile Son İmam Mehdi’nin arasında 300 yıllık bir zaman dilimi vardır. Keza aynı şekilde Hasan Sabbah’ın bir İsmaili olması ve İran’da devletini kurmuş olması da öncekiler gibi tesadüf değildir.
Deylemli Büveyhiler ile Hasan Sabbah arasında ki bağlantı şudur; Deylemliler İran’da Arap Egemenliğine son vermiş, Türk olan Selçuklular Deylemlilere son vermiş ve Sünni Abbasi Hilafetini koruması altına almış, Deylemlilerin mirası üzerine kurulan ( Alamut Kalesi Deylem’ dedir) Hasan Sabbah İsmaili Devleti de Selçuklu Devletine son vermiştir.
ALEVİLİĞİN ALTIN ÇAĞI SAFEVİLER DÖNEMİ
Aleviliğin ete-kemiğe büründüğü İran’da ki ilk devlet oluşumu olan Büveyhilerden 500 yıl sonra Alevi Tarihinin Altın Çağı Başlamıştır. Bu Çağı başlatan Erdebil Tekkesi’nin Mürşidi Kamili Şah İsmail Hatayi’nin kurmuş olduğu Kızılbaş Safevi Devletidir.
Erdebil Şahı, Anadolu’da Osmanlı idaresinde dışlanan yok sayılan, ağır vergiler altında ezilen, zorunlu iskanlara tabii tutularak Kıbrıs’a, Yunanistan’a, Balkanlara göç ettirilen Anadolu Köylüsünün, konar-göçerinin umudu olmuştu.
Şah İsmail’in Anadolu’da manevi etkisi o kadar büyüktü ki, çocuk yaşta geldiği Dersim-Erzincan arasında (o gün olduğu gibi bugün de Zazaca konuşan Alevi aşiretlerin meskun olduğu) Tercan yayalarında on binlerce müridi karşılamış, gövde ile baş birleşmiştir. Gövde Anadolu’ya birkaç asır önce gelmiş Türkmen, Kürt ve Zaza aşiretleridir. Baş ise İran’dır.
12 yaşında ki sarı saçlı mavi gözlü çocuk şah, on binleri Dersim-Erzincan yaylalarında buluşturmuştu. Çünkü Anadolu’da öteden beri Sünni İslam’a mesafeli, İslam öncesi inançları ile İslam sonrası Ehlibeytin siyasi-manevi taraftarlığı etrafında arasında şekillenen bir kültür vardı. Bu İran kaynaklı tasavvuf kültürüydü. Bu kültürün Anadolu’da oluşmasında İran’dan Anadolu’ya gelen Hünkar Hacı Bektaşi Veli ve Mevlana’nın büyük rolü olmuştur. Şah İsmail’in babası Haydar ve dedesi Cüneyt döneminde Erdebil Tekkesi, Anadolu’da kendisine bağlı bir dini taraftar grubu kazanmıştı. Ve İsmail’in devletini kurması için siyasi-dini ve askeri bir zemin hazırdı.
Şah İsmail, Dersim-Erzincan yaylalarında 1501 senesinde birkaç ay kaldıktan sonra kendisine bağlı binlerce askeriyle Tebriz’i 1502’de almış ve İran Mülkünde, büyük dedesi Safi’nin adını verdiği Safevi Devletini kurmuştu.
Anadolu, Azerbaycan, Deylemistan, Kürdistan ve İran’da artık ne Moğol barbarlığı vardı ne de Gazali’nin, Nizamı Mülkün Engizisyon takipçileri. Şahın hükümranlığı altında Emevi Kültürünün etkisi İran’da kırıldı, Osmanlı dini anlamda karanlık çağını yaşar ve yaşatırken, Safevi hâkimiyetinde ki İran’da Rönesans yaşanmaya başlanmıştı.
Şah İsmail ve onu takip eden Safevi Şahlarının hepsinde, Arap işgali öncesi İran’a olan derin bir hayranlık vardı. Şah İsmail’in oğluna İslam öncesi İranlı kahramanlardan biri olan Tahmasb’ın ismini vermesi de bunun bir göstergesidir. Bu hayranlık resim, minyatür, heykel, şiir, müziğin her alanında kendisini hissettirmiştir.
Osmanlı’da resim, müzik, heykelin, şarabın günah olarak kabul edildiği bu dönemde, Şah İsmail müthiş bir iletişim devrimi ile Anadolu’da kendisine taraftar topluyordu. Bu devrimi sağlayan sihirli güç şiir ve müzikti.
Hallaci Mansur’dan, Hz.Ali’den, İmam Hüseyin’den, 12 İmamlardan, Mehdiden, Güruhu Naci’den, Kırklardan, Ana Fatima’dan bahseden siyasi ve teolojik deyişleri Anadolu’dan Balkanlara kadar çok geniş coğrafyalarda dilden dile kulağa kulağa yayılıyordu.
Şah İsmail, adaletin ve düzenin sağlandığı, Yezid’in düzeninin yıkıldığı Masumu Pakların öcünün alındığı bir idare öneriyordu. Ve öneriye kulak veren Anadolu’da ki nüfus akın akın İran topraklarına doğru akıyordu.
Şah İsmail’in Alevi Teolojisine en büyük katkılarından biri “ Buyruk” adını verdiğimiz içinde Kırklar Meclisinin anlatıldığı, Rıza Şehrinin anlatıldığı Batini mesajlar içeren kitap suretlerinin Anadolu’ya ve Balkanlara yayılmasının sağlanmasıdır. İkincisi ise bizlere bıraktığı deyişleri, duvazdehleri, mersiyeleri, tevhitleridir. Bugün onun deyişlerinin okunmadığı bir cem ibadeti, insanı duygulandırmayan bir deyişi, mersiyesi yok gibidir.
Çocuk yaşta Şah olmasına rağmen iyi bir Batini eğitim almış, hem bir devlet adamı hem bir şair hem bir Mürşidi Kamilidir. Şah İsmail’in Anadolu’da bıraktığı etki o kadar büyüktür ki ne Osmanlı Devleti ne de Türkiye Cumhuriyeti’nin Sünnileştirme politikaları Şah İsmail’in manevi-dini nüfuzunu halen kıramamıştır.
1502-1722 yılları arasında var olan Safevi Devleti, kendi resmi kayıtlarında kendisine Devlet-i Kızılbaş, ordusuna Leşker-i Kızılbaş, dini taraftarlarına da Kızılbaş demiştir. Bugün “Kızılbaş” kimliği, Kırklar Meclisi ve Rıza Şehri Anlatılarını içeren Buyruklar o dönemde ki Alevi Devletleşmesinin bize bıraktığı mirastır.
İşte bizim uzun uzadıya yazılmayı bekleyen, kısa İranolojik siyasi serencamımız da budur…
Devam Edecek…29.03.2016