Günümüz Anadolu’su benim görüşüme göre asıl şekillenmeyi 1071 Malazgirt Savaşı ile değil tam aksine 1514 Çaldıran Savaşı ve Sonuçlarıyla yaşamıştır. 1514 yılına gelindiğinde Ortadoğu’da Üç Büyük Güç vardır. Bu güçlerden birincisi Balkanlara ve Batı Anadolu’ya hükmeden Osmanlılar, İkinci büyük güç İran, Irak, Azerbeycan ve Kürdistan topraklarına hükmeden Savefiler ve Suriye, Filistin, Hicaz ve Mısır’a hükmeden üçüncü büyük güç Memlükler.
Bu üç büyük güçten biri olan Osmanlılar, 1453 İstanbul’un Fethinden sonra Türkmen karşıtı bir çizgiyi ana politikası haline getirmiş,
Savefiler; Türkmen /Kurmanc/Azeri/Dımıli Kızılbaş inancına mensup aşiretleri kendi temel dinamiği görmüş; Osmanlı’dan kaçanın sığınağı Savefi Toprağı olmuştur. Savefi Devletinin hükümranlığı altında dışlanan kesimler ise Akkoyunlu mirasını devam ettirmek isteyen Sünni Kurmanc/Arap /Acem /Özbek aşiretleri olmuştur.
Osmanlı ve Safevilerin 1500’lü yıllarda ortaya koyduğu yaşam düşüncesi birbirinden çok farklıydı.
Savefiler, Erdebil Dergahının mistik etkisi ve bu etkinin Şah Cüneyt döneminde siyasi düşüncelerle pekişmesi sonucu Ortadoğu’da Ortdoks İslam’a karşı Yeni ve Yerel renklerin daha ağırlıklı olduğu, Hazreti Ali ve Ailesinin mağdurluğu ve mazlumluğunu siyasetlerinin ve dini inanışlarının ana dinamiği haline getirerek yeni bir kimlik yarattılar; Kızılbaş’lık…
Osmanlılar güçlenmeye ve sınırlarını genişletmeye başladıklarında başkentlerini de hep değiştirmişler; her değişiklikle birlikte Osman Bey döneminin o kabileci örf ve adetinden tamamen uzaklaşmış, Roma ve Bizans saray kültürünün ve nizamının şekilsel olarak İslam Boyutuyla beraber sürdürmüş olduklarını görüyoruz. Osmanlı önemli iki başkenti olan ve ismini Roma İmparatoru Hadrian’dan alan Edirne ve ismini yine Hristiyan Roma’nın kurucu imparatoru olan Konstantin’den alan Konstantinepolis ( İstanbul ) artık İslami model yaşam tarzının giderek egemen olduğu ve aynı zamanda Kızılbaş kimliğine karşı siyasi ve dini aleyhte propaganda merkezleri oldular.
Savefiler ise Şah Cüneyt ile başlayan, Şah Haydar, Sultan Ali ve Şah İsmail ile ilk zirveye vardıkları dönemde Edirne ve İstanbul’dan çok daha kalabalık ve dinamik bir hayatın olduğu Tebriz şehrini başkentleri yaptılar. Şah İsmail çocuk yaşta 15’inde Tebriz Fatihi bir Kızılbaş hükümdar oldu. Ve Tebriz’i Safevi Kızılbaş dünyasının başkenti yaptı. Erdebil ise siyasi konumunu kaybetmekle birlikte dini konumunu sürdürmeye devam etti.
İstanbul ve Edirne Sarayları ve Tebriz Sarayları artık iki farklı yaşamın merkezi haline gelmişti. Her iki saray artık birbirleriyle rekabet halindeydiler. Osmanlı, esasında her sene düzenli olarak Erdebil Tekkesine çıralığını gönderir ve yarı resmi de olsa Erdebil Tekkesinin manevi ağırlığını kabul ederdi. Çünkü Osmanlı bilirdi ki Anadolu’da ki kurucu tabanı olan Türkmen boylarının çoğu, Emir Timur döneminden beri Erdebil Hayranı ve sadık müritleriydiler.
Diğer bir yandan Memlükler, Osmanlılar ve Savefiler arasında tampon bir bölge olan Dülkadir Beyliği de Osmanlı’dan ziyade Memlük ve Savefi etkisindeydi. Hatta Şah İsmail, Erdebil’den Erzincan-Dersim arasında bulunan Tercan bölgesinde bir vakit büyük bir kurultay yapmış ve bu büyük kurultaya zamanın Çemişgezek Beyliği hükümranı Rüstem bey başta olmak üzere bölgenin bir çok Dımıli ve Kurmanc aşireti yanı sıra Türkmen aşiretleri de ilgi ve alaka göstermişler, Şah İsmail Dersim yöresinde bulduğu destek ile Dulkadir Beyliği üzerine bir sefer icra etmiş, sefer sırasında Hace Bektaş-ı Veli Dergahına uğrayarak, Erdebil ve Hace Bektaş ocaklarının birlikteliğine ve siyasi istikbalde ki birlikteliğe ilişkin mesajlar vermiştir.
Şah İsmail, zamanının Osmanlı Hükümdarı Beyazıt’tan ve Memlük Hükümdarı Kansu Gavri’den daha ünlü ve popüler bir hükümdardı. Çünkü Şah İsmail şahsında siyasi ve dini davayı birleştirmiş ve Muhtar Sakafi’den bu yana beklenen kurtarıcı “ Mehdi” nin, 16. Yüzyılda somut bir şekilde tezahürü olmuştur.
İsmail dedesi Şeyh Cüneyt’in devletleşme fikrini, olağan üstü zor şartlarda başarmış ve kısa zamanda Ehl-i Beyt taraftarı İrani halkların kahramanı haline gelmiştir.
İsmail ile Fatih Sultan Mehmet’i karşılaştırmak gerekirse, Fatih 23 yaşında yıkılıp-harap olmuş nüfusu birkaç yüz bini zor bulan Roma Kalıntısı bir şehri fethetmiş; İsmail ise 14 yaşında 1,5 milyon nüfusu olan, ticari ve sosyal hayatı hareketli bir şehir olan Tebriz’i fethetmiştir.
İsmail, Fatih’ın dışladığı Türkmen boylarının kahramanı olmuş ve Anadolu havzasının bir lideri olmuştur.
Tarihçilerin en büyük handikapı kendilerini milliyetçilik girdabından kurtaramamalarıdır. Türk tarihçilerin hepsi Savefi Devletini ve Şah İsmail’i Türk hükümdar olarak kabul etmişlerdir. Halbuki Ne Osmanlı Devleti bir “ Türk” devletiydi ne de Savefi Devleti bir “ Türk” devletiydi.
Hem Savefilerde hem de Osmanlılarda milliyetçilik bilinci yoktu ki zaten bu sorunlu tarih anlayışı Selahaddin Eyyübi’yi Türk yapan anlayışın bir yansımasıydı. Türk tarihçileri zorlama ve yapay bir tarih için tarihi gerçekleri alt-süt etmekte bir sakınca görmemişler; Türklük bilinci ve vurgusunun olmadığı Osmanlı ve Savefi’yi Türk olarak kabul etmişlerdir.
Şah İsmail’in Osmanlı’da ki rakibi Fatih’in oğlu Sultan Beyazıt’tan ziyade Beyazıt’ı deviren oğlu Selim’dir. Nam-ı Diyar Yavuz Selim’dir. Yavuz Selim daha Trabzon Sancağında bulunduğu zamanlarda Şah İsmail, Erdebil Tekkesi ve Savefi’nin gittikçe aleyhlerine gelişen süreci görmüş, babası Beyazıt’tan habersiz şekilde bir çok defa Anadolu’nun Kızılbaş Dımıli/Kurmanc ve Türkmen’lerin olduğu yerlere baskınlar düzenleyip, bir çok Kızılbaş yerleşim yerini yerle-yeksan etmiştir.
Şah İsmail ise şehzade Selim’in bu menfii icraatlarını babası Beyazıd a bildirmiş, Erdebil Tekkesi ile bir savaş istemeyen Sultan Beyazıd oğlunu Trabzon Sancak Beyliğinden almış ve kendisini kınamıştır. Beyazıt’ın oğluna karşı bu eylemi, kendisine karşı bir isyanın başlamasına neden olmuş, Kırım Hanın desteğini alan Şehzade Selim, babasını tahttan indirerek ve kardeşlerini, yeğenlerini teker teker ortadan kaldırarak ve babasının bedduası eşliğinde tahta çıkmıştır.
Selim’in tahta çıkışı, hedefini önceki padişahlar gibi Avrupa’ya değil Savefi çevirmesi ile birlikte, İstanbul Ve Edirne Saraylarında ki Ulemalar deyim yerindeyse bayram etmiştir.
Başlangıçta da belirttiğimiz gibi Tebriz sarayı, İstanbul ve Edirne Sarayından başka bir yaşam tarzı benimsemişti.
Şah İsmail 1502 yılında Tebriz’i aldığında başkent Tebriz başta olmak üzere İran Şehirlerinde Emevi, Abbasi, Selçuklu devletleriyle her daim ittifak yapmış büyük bir Sünni nüfus vardı. Şah İSMAİL ilk iş olarak İran Coğrafyasında büyük bir dini reform başlattı. Savefi topraklarında ki Sünnilere ait tüm camiler kapatıldı, Sünni ulema göçe zorlandı. Ve hatta etkisi günümüze kadar devam eden bir karar alarak “ Ebubekir, Osman, Ömer, Ayşe “ isimlerini tüm Savefi toprağında yasaklattı.
Şah İsmail’in bu dini reformları, Irak’ta ki Şii topluluklardan büyük destek almasına yol açtı. Kızılbaş ve Şia dünyası böylece Şah İsmail’in kurduğu yeni devletin baş destekçileri oldular. Yaşam tarzları birbirine zıt olan Kızılbaş ve Şia topluluklar, Osmanlı’ya karşı “ Mehdi” olarak gördükleri Şah’ın yanında saf tutarak zımni bir ittifak sürecine girdiler.
Bu ittifak ve güç dengesi daha sonları Safevi devletinde hızla değişti ve Şia, Kızılbaş’tan baskın çıkarak Şah Abbas döneminde Kızılbaş aşiretleri yönetimden tasfiye ederek, günümüz İran’daki Şia’lığın temellerini attı.
Şah İsmail’in eserlerine bakıldığında kendisini hiçbir zaman etnik kimlikle özdeş kılmamış bir insan görürüz ve Azerice, Farsça ve Arapça şiir divanlarında hep kendisi ve yolunun tarifini, Şia’dan ayrı gördüğünü açık bir şekilde görürürz.
Şah İsmail’in sarayında tembur sesleri, tembur ezgileri eşliğinde semahlar , kadın-erkek birlikte toplantılar hiç eksik olmamıştır. Şah İsmail’in sarayı ve kurduğu nizam, Osmanlı’nın ve Yavuz Selim’in nizamına tamamen zıttı.
Şah İsmail’in sarayında alkol haram değildi , “ dem” olarak alınırdı. Toplantılara, savaşlara ve cemlere kadın-erkekler her daim birlikte katılırlardı. Şah İsmail’in sarayı Seküler bir yaşamın merkeziydi. Sünni İslam’ın yasak ettiği resim,sanat, heykelcilik ve diğer bir çok sanat kolu Savefi toprağında özgürdü ve bizzat Şah’ın himayesi altındaydı.
Şah’ın himayesi altında olan topraklarda, Osmanlı toprağında olduğu gibi ağır vergiler yoktu. Ve uçsuz bucaksız Savefi Devletinde ekilmeyi, biçilmeyi bekleyen sahipsiz topraklar da çoktu.
Bu olanakların hiç biri Osmanlı’da yoktu. Osmanlı Devleti Balkanlarda ki Hristiyan halklara gösterdiği hoş görüyü, kurucu gücü olan Türkmen’lerden esirgemiş, Fatih zamanından başlamak üzere devlet yönetiminden Türkmen aşiretlerinin varlığını tasfiye etmiş, Anadolu’da ağır vergiler koyarak Türkmen aşiretlerini ekonomik olarak zayıflık içinde bırakmış ve yine Türkmen aşiretlerini Mora’ya ve diğer Balkan coğrafyasına zorla tehcir ettirerek Türkmen topluluklarını siyasi birliktelikten uzak tutmak istemiştir.
Osmanlı’nın bir türlü hazmedemediği durum ise Türkmen’in dini inancı ve yaşam tarzıydı. Anadolu’da ki Türkmen topluluklarının çoğunluğunun namaz kılmaması, camiye gitmemesi, Erdebil tekkesinin kural ve kaidelerine uyması, kadın-erkek birlikte ibadet etmesi, kısacası Tebriz Sarayının ve Erdebil Tekkesinin yaşam tarzını yaşıyor olması Osmanlı’yı hem korkutmuş hem de kanlı planlar yapmasına neden olmuştur.
Yavuz Selim tahta çıktığında kendisini destekleyen en büyük güç, sefer ve ganimet amacında olan Yeniçeri’lerdi. Yeniçeri Ocağının hedefi Avrupa coğrafyasında fetihlere devam etmek ve ekonomik acziyetlerini sona erdirmekti. Bu yüzden Selim’i tahta çıkarmışlar ancak Selim’in yönünü Batı yerine Doğuya çevirmesi, Yeniçeri ocağını hoşnut bırakmamıştır. Nitekim Yavuz Selim’in İran Seferi sırasında çok defa Yeniçeri isyanları çıkmış, Yavuz Selim Yeniçeri ocağına mensuplarına karşı Kapıkulu ve diğer Osmanlı askeri birlikleri ile üstünlük sağlayarak , her defasında kendisine yönelen tehlikeyi bertaraf etmiş ve Yeniçeri’leri İran seferine götürmeyi başarabilmiştir.
Yeniçeri ne kadar mutsuzsa İran Seferinden, Osmanlı uleması o kadar mutludur. Çünkü Osmanlı ulemaları Sultan İkinci Beyazıt döneminde, Beyazıt’ı defalarca Savefi’ye karşı savaş açması için teşvik etmişseler de Beyazıt, Şah Kulu İsyanına rağmen Savefi Devletine karşı savaş açmamış ve Şah İsmail ile her daim sulh içinde kalmayı tercih etmiştir. Nitekim İkinci Beyazıt ile Şah İsmail arasında ki mektuplaşmalarda birbirlerine “ aba altında sopa göstermekle” birlikte birbirlerine karşı “baba-oğul” gibi ifadelerle hitap ederek savaştan yana olmadıklarını her zaman belli etmişlerdir.
Zaten Şah İsmail’de kendi emri dışında Toroslarda Şah Kulu’nun başlattığı isyanın neticelerini menfii karşılamış ve İsmail’in Osmanlı’ya ilişkin hayalleri bu isyan ile birlikte suya düşmüştür. Neden mi suya düşmüştür?
Çünkü Şah İsmail, Osmanlı’ya karşı açıktan bir savaş açmak istememiştir. Onun nihai amacı “ Anadolu’ya gönderdiği Halifeler ve Kızılbaş’lığın yazılı kurallarını içeren Buyruk’ları dağıtmak suretiyle Anadolu’da ki dini gücünü siyasi ve askeri güçle pekiştirerek Osmanlı ile savaşmasına gerek kalmadan hızlı bir şekilde Anadolu’yu ilhak etmek” ti. İkinci Beyazıt’ta savaş karşıtı ılımlı politikalarıyla Şah İsmail’in düşüncesinin gerçekleşmesine gayri iradi destek oluyordu.
Yavuz, daha Trabzon valiliği sırasında Anadolu’da ki Türkmen aşiretlerinin Şah’a karşı aşırı desteğini fark etmiş ve o da kendisine bölge de bir destek aramaya başlamıştır. Ve Yavuz’da savaş öncesi kendisine destek verebilecek en büyük yerel güç olan Sünni Kürtlerle ittifak yolunu seçmiştir.
Yavuz Selim tahta çıktığında Rumeli olarak adlandırılan Anadolu’daki sınırı en doğuda Sivas’a kadar uzanıyordu. Ve Osmanlı topraklarında Kürt nüfus yaşamıyordu. Çünkü bugün ki sınırlarıyla ifade edilen Kürdistan coğrafyasının tümü Şah İsmail zamanında Savefi ve Kızılbaş devletinin egemenliği altına alınmıştı.
Şah İsmail ve kurduğu devleti destekleyen Dımılice (Zazaca) ve Kurmanci konuşan büyük bir aşiret topluluğu vardı. Dönemin en etkili beyliklerinden olan Çemişgezek Beyliği, Şah İsmail ve davasının açık destekçisiydi.
Zaten Safeviler bölgede egemen olmadan önce 900-1200 yılları arasında Deylemli kökenli Büveyhi Devleti’nin varlığı sonucu Diyarbakır ve etrafında ki havzaya onbinlerce Deylemli asker, aileleriyle birlikte 900-1100 yılları arası Büveyhiler tarafından yerleştirilmiş ve ana dilleri çoğunlukla Dımılice olan bu aşiretler , Büveyhiler devletinin çökmesi sonucu Amed merkezli kurulan anadilleri Kurmanci olan Sünni Merwaniler Devletinin hakimiyetine geçmiş , Merwaniler döneminde bölge de ki Deylemli gücü etkisini kaybetmiştir. Ancak Sünni olan Akkoyunlu’nun yıkılması sonucunda bölgede ki Deylem göçmeni Dımılice konuşan aşiretlerin çoğunluğu, Kurmanc aşiretlerin hatırı sayılır çoğunluğu, Savefi Devleti’nin baş destekçisi olmuşlardır. Çünkü Deylem kökenli olan , Büveyhiler döneminde Fırat ve Dicle arasında ki hazvaya yerleştirilen aşiretlerin çoğu zaten inanç olarak Ehli Beyt ekolüne mensuptular ve Savefi Devletini kabullenmeleri ve desteklemeleri de bu nedenle zor olmadı.
Ancak Botan ve Cizire bölgesinde olan Kurmanc aşiretler, Savefilere karşı Dersimlilerin, Çemişgezek beyliğinin veya Dımıili aşiretlerinin verdiği desteği vermiyorlardı. Çünkü Şah İsmail’in dinde girişmiş olduğu reform hareketinden Sünni ve Şafii İslam ekolüne mensup bu aşiretler rahatsızdı. Ve açık bir şekilde bir isyanın zeminini arıyorlardı.
İşte tüm bu şartlar altında Akkoyunlu Sarayında katiplik yapıp, daha sonra Şah İsmail’in sarayında katiplik yapan İdris-i Bitlisi adlı bürokrat, Şah İsmail’in dini reformlarından rahatsız olarak Tebriz sarayından kaçmış ve Osmanlı Sarayına iltica ederek, Yavuz Selim’in baş danışmanlarından olmuştur.
Ve Bu Şekilde Savefi’nin Türkmen desteğine karşılık Osmanlı’da Sünni Kürt aşiretlerinin desteği ile durumu, İdris-i Bitlisi’nin gayretleriyle dengelemiştir.
Anadolu’da ki Şah Kulu isyanı neticesinde onbinlerce Kızılbaş Türkmen Osmanlı Ordusu ile savaşırken kırıldığı gibi, büyük kısmı da Savefi topraklarına iltica etmiştir. Çaldıran Savaşı öncesi bu durum Şah İsmail’in Anadolu’da ki askeri güç desteğinin ciddi ölçüde zayıflamasına yol açmıştır. Diğer bir yandan Yavuz Selim’in Şah’a karşı ittifak halinde olduğu Özbekler vardı.
Kızılbaş için, Savefiler Yeşilbaştı. Ve Özbekler her fırsat bulduklarında İran’ın en doğusunda bulunan Savefi toprağı Horasan’a saldırıyorlardı. Bu durumda Savefi Devletinin “Leşkeran Kızılbaş” adlı ordusu koca İran Coğrafyasında iki kısma ayrılmıştı. Ordunun bir kolu Özbeklerle doğu cephesine sürekli savaş halinde, ordunun diğer yarısı da Osmanlılar’ın seferine karşı hazırlık ve savunma durumu içerisindeydi. İşte bu durum Savefi Ordusunun aleyhine bir durumdu ve Yavuz Selim işte bu durumdan fazlasıyla istifade etti, diyebiliriz.
Yavuz Selim savaş öncesinde planlı bir soykırım yaptı. Anadolu’da 7 den 70 e tüm Kızılbaş taifesinin tespitine girişti, öyle ki bu sayı 40 bini buldu ve Çaldıran Savaşı öncesi Anadolu’da ki silahsız sivil Kızılbaş nüfus, etkisi hafızalardan silinmeyecek bir kaç-göç dönemine girdi.
Yavuz Selim, Çaldıran Savaşı öncesi ticari, sosyal, dini ve askeri her cephede Savefi Devletine ve onun yarattığı “Kızılbaş” kimliğine karşı savaş açmıştı. Yavuz Selim tahta çıkar çıkmaz ilk işi İran ile olan ticareti sona erdirmekti ve Kızılbaş’la olan ticari ilişkileri tüm Osmanlı eşrafına yasak etti. Bu ekonomik bir ambargo mahiyetindeydi. Ve Osmanlı’ya kumaş ve baharatlar ihraç eden Savefi tüccarları için bu ciddi anlamda bir yıkımdı.
Ardından Savefi Ülkesine karşı sonu gelmez Özbek saldırıları Horasan’da başladı.
Safevi ülkesinde ki bazı eyalet beyleri savaş öncesi saf değiştirip Osmanlı’nın tarafına geçti ve Şah İsmail’e asker ve vergi vermedi.
Kızılbaş kimliğinin prestijinin yok edilmesi için, Osmanlı Din adamları tarafından her türlü kara propaganda yürütüldü. Öyle ki; Cennet’e gitmenin yolunun Kızılbaş katletmekten geçtiği, Kızılbaş’ların kadın ve kızlarının köle olması meşru olduğu, Kızılbaş erkeklerinin tümün katlinin farz olduğu çeşitli tarihli fetvalarla belirtildi.
Yavuz Selim, savaş öncesi kendi ordusunun moralini yüksek tutmak için Anadolu’da ki Kızılbaş sivillerin tüm malvarlıklarının ganimet olarak Müslümanlara Helal olduğunu, Kızılbaş çocuk ve kadınlarının da aynı şekilde esir edilmesinin de helal olduğuna ilişkin durumu da acımasızca kullandı. Böylece “ ganimet ve kölelik” durumları kullanılarak İran Seferini, Osmanlı Ordusu için cazip hale getirdi.
Şah İsmail, Savefi ülkesinde ki iç karışıklıklar nedeniyle Anadolu’ya yardım edemedi sadece akın akın “ ŞAH” diyerek kendisine gelen Kızılbaş nüfusu Savefi topraklarından yurtluk verip, iskan ettirebildi.
Şah İsmail, Osmanlı’nın ateşli silahları olduğunu biliyordu, kendi ordusunda ki bu eksikliği gidermek için Venedik ve Fransız tüccarlarla anlaşmalar yapmasına rağmen, Osmanlı Devleti denizlerde ki gücünü kullanarak Avrupa’dan gelecek olan top ve tüfeğin Kızılbaşlara geçmesine mani oldu.
Yavuz Selim ise artık zamanı geldiğini anlayıp, İstanbul sarayından ordusuyla birlikte 1514 yılında yola çıktı. Yol üzerinde Yeniçeri askerinin desteğini almak ve onların kendisine olan şüphesini bertaraf etmek için Hace Bektaş Veli Dergahına uğradı. Ardından da Erzurum üzerinden İran içlerine doğru ilerlemeye başladı. Kırım ve istanbul’dan Trabzon limanına gelen ordu erzakının planlanan şekilde Osmanlı Ordusuna ulaştırılması ile Yavuz Selim, ordusunun ihtiyaçlarını büyük oranda karşıladı.
Yavuz Selim bu sefer sırasında sık sık Şah İsmail’e mektuplar yazarak ona “Eşek Türk” de demek suretiyle bir çok şekilde hakaret etti. İşin ilginç yanı da bugünkü Türk Milliyetçiliğinin kutsal saydığı tarihi şahsiyetlerden birinin “Türk” sözcüğünü hakaret olarak kullanan Yavuz Selim olması.
Şah İsmail ise çok ilginçtir Yavuz Selim’e yazmış olduğu hiçbir mektubunda ne etnik kökene değinmiş ne de etnik kökenden dolayı hakaret etmiştir. Diğer bir yandan Yavuz Selim’in kanımca etrafında ki şairlere yazdırdığı Farsça şiirlere karşı, Şah İsmail Türkçe’de dahil olmak üzere Farsça ve Arapça da divan eserleri ortaya koymuş ama hiç birinde ne Türklük vurgusunda bulunmuştur ne de Türk sözcüğünü kullanmıştır. Bu da tarihi, milliyetçilik üzerinden araştıran tarihçilerin görmek istemediği bir noktadır.
Çaldıran adlı bölgenin Maku Ovasında 22 Ağustos 1514’te iki ordu karşılıklı olarak yerlerini aldılar. 100.000 bin Osmanlı Askerine karşı 40.000 Kızılbaş askeri vardı ki Çemişgezek-Dersim beyliği tüm askeri gücüyle Şah İsmail yanında bu savaşa katılmıştı.
Sünni Kürt beyleri ya tarafsız kalmayı tercih etmişti ya da Savaşa katılmalarına rağmen aktif savaşmamışlardı. Bu durum Yavuz Selim’i ziyadesiyle öfkelendirmişti çünkü yerel özerklik vaat ettiği Kürt Beyleri aktif olarak savaş meydanında yer almamışlardı ve hatta savaş sonrası Tebriz ele geçirilmişse de bölgedeki Sünni Kürt ve Acem beylerinin, Osmanlı’ya karşı kararsız tutumları birde üzerine Yeniçeri ayaklanması ile Çaldıran, Yavuz için Pirus Zaferi olmuştu.
Tarih 23 Ağustos 1514’ü gösterdiğinde Şah İsmail ordusunun önünde en ileri saflarda yerini aldı, muharebe meydanına çıkarak Yavuz Selim’i teke tek cenge çağırdı ama karşısına Yavuz Çıkmadı ve Malkoçoğlu adlı akıncı beyini çıkardı. Teke tek yapılan bu cenkte Şah İsmail rakibini yendi ve artık iki orduda çarpışmaya başlamıştı.
Kızılbaş leşkerleri hızlı bir şekilde Osmanlı Ordusunun saflarını yarmış ve Osmanlı ordusunu hezimete uğramak üzereyken Bizans’ı yıkan ateşli silah onları da yıktı. Şah İsmail vücudunun bir çok yerinden yaralandı. Osmanlı Askerine esir düşüyordu ki carına Hızır adlı Kızılbaş Leşkeri yetişti. Şah’ı o halde gören Hızır adlı leşker, Osmanlı askerini kendi tarafına çekmek için “ Şah menem “ diye bağırdı ve Şahının hayatını kendi hayatıyla kurtarmış oldu.
Osmanlı ordusu ile Kızılbaş ordusu arasında ki bir farkta bu savaşta Kızılbaş kadınların erkekler yanında savaşa zırhlı kıyafetleriyle katılmasıydı. Nitekim bir çok Kızılbaş Kadın Leşker de bu savaşta ya hayatını kaybetti ya da esir düştü.
Savaş sırasında Şah İsmail’in musahibi Mirza Ali Bey’de esir düştü. Kendisi Yavuz Selim’in çadırına götürüldü, Yavuz Selim burda bir hileye başvurarak savaşı erken bitirmek istedi. Yavuz, Mirza Ali’ye dışarı çıkıp “ Şah İsmail’in kendisi olduğunu ve savaşı kaybettiklerini “ söylemesini istedi ancak Mirza Ali Bey bunu kabul etmedi ve canı bedeninden alındı.
23 Ağustos ta başlayan savaş iki gün içinde Safevi Devleti kurucusu ve beyin takımı olan Çemişgezek Sancak beyi de dahil olmak üzere Şah İsmail’in bir çok komutanın hayatına son verdi. Osmanlı ordusu da savaş sırasında bir çok vezir ve beyini zayiat verdi.
Şah İsmail ordusu ile birlikte geri çekildi, Tebriz’i boşalttı. Yavuz Selim Tebriz’e girip tüm İran’ı feth etmeye yönelmişti ki Yeniçeri isyanı patlak verdi. Yeniçeriler padişaha yazdıkları uyarı mektubunda “ kendilerinin kandırılmış olduklarını, boş yere Müslüman kanının döküldüğünü “ ileri sürerek kazan kaldırdılar. Kış şartlarının da başlamasıyla beraber Yavuz Selim, hiç istemeden feth ettiği Tebriz’i ve Azerbaycan’ı tekrar geri bırakıp ,İç Anadolu yolunu tuttu. Şah İsmail ise tekrardan Tebriz’i geri alıp Osmanlı ile sulh yollarını aramaya başladı.
Çaldıran Savaşı sırasında bilinmeyen hususlardan biri de şudur; 1514 Çaldıran Savaşı sırasında Diyarbakır ( Amed) , Cizire, Botan Kürt eyaletlerinin çoğu Savefi Kızılbaş Devleti hükümranlığı altındaydı.
Yavuz Selim’in İdrisi Bitlisi vasıtasıyla Sünni Kürt aşiretleriyle yaptığı anlaşma sonucunu Çaldıran Savaşından sonra verdi. İdris-i Bitlisi başta olmak üzere Osmanlı orduları ve Sünni Kürt beylerinin askerleri tek tek Kürdistan da ki Savefi şehirlerini kuşattılar. Amed ( Diyarbakır ) , Tercan, Bingöl ( Kiği ) , Cizre ve Botan’da ki kuşatma ve savaşlar neticesinde Kızılbaş hükümranlığı sona erdi.
Dımılice, Kurmanca konuşan Kızılbaş topluluklara ve yerleşim yerlerine ilişkin İdris-i Bitlisi komutasında ki Osmanlı birliklerince saldırılar düzenlendi. Osmanlı Ordularının giremeyeceği yüksek sağlık ve ormanlık alanlara çekilen Dımıli ve Kurmanc Kızılbaş aşiretleri yaşamlarıyla birlikte inançlarını da korumayı başardılar. Ancak yine Dımılice ve Kurmanci konuşan hatırı sayılır ovadaki Kızılbaş nüfusta, din değiştirerek hayatlarını kurtardılar ve Osmanlı hakimiyetinin bölgedeki devşirme destekçileri oldular. Din değiştirmek istemeyenler içinse Dersim her zaman gibi bir kale ve sığınak oldu …
Devam Edecek…
Cihan SÖYLEMEZ
Araştırmacı-yazar