Zenginliğin içinden barbar bir zihniyetin ürünü olan tekçi bir güvenlik fetişince teslim alınmak ölüm ile sıtma arasında devam eden bir seçime zorlanıyoruz.
Biz işte bu zenginliğin içinden barbar bir zihniyetin ürünü olan tekçi bir güvenlik fetişince teslim alınmak için ölüm ile sıtma arasında devam eden bir seçime zorlanıyoruz.
İstanbul’da korkunç yağmurlu bir gün, okulun ilk günü, trafik felç. Zar zor bir taksi buluyorum. Taksi muhabbetini bilirsiniz. Ya koyu bir taraftardır ya da fanatik bir karşıt. Karşıtların yüzde doksanı da başka bir Tanrı’ya inanırlar, uyuduğu yerden kalkıp gelse de memleketi kurtarsa diye iç geçirirler. Benim ilgimi iki taraf da çekmediği için olağanında tüm bu muhabbetlerden ne kadar kaçarsam kâr sayıyorum kendime.
-Neyse dedi, Avrupalılar da hırsızlık geni var.
-Dedim abi kusura bakma sen kafatasçısın ben senle konuşmak istemiyorum.
Abi hızını aldı, trafik sıkışık, dışarda kıyamet yağmur, ısrarla devam ediyor. Okuduğu kitaplardan alıntılar yaparak Avrupa devletlerinin neden hırsız olduğunu anlatıyor; Hristiyanlık üzerinden tabii ki.
-Dedim inandığınız şeyi ancak ötekinin kötülüğü üzerinden açıklayabiliyorsunuz. Çünkü elinizdeki de çok matah bir şey değil biliyorsunuz.
-Niye sen nesin dedi.
-Aleviyim dedim.
-Aleviler Türk’tür dedi bu defa.
-Ben Türk olmasam senin açından zorluk çıkarmış olur muyum? Hayır benim paramla konuşuyoruz o yüzden soruyorum dedim.
-Nerelisin sen?
-Dersim.
-Ha Tuncelilisin dedi.
-Değilim, Dersimliyim dedim.
-Ne fark eder, oranın adı Tunceli değil mi dedi.
-Demek fark ediyor ki düzeltiyorsun dedim.
Tam bir şey daha ekleyecekti, dedim dur. Senin çocuğun var mı?
-Var.
-Kaç tane?
-İki.
-Peki Allah bağışlasın bize biri yeter. Şimdi senin kafana silahı dayıyacam, bizi eve götüreceksin, nedir oğlanın adı, Tolga. Tolga’nın adını Agit olarak değiştirecem. Evinizi de ateşe verip çıkacam. Otuz yıl sonra peşinizi bırakmayacam, tam kurtulduk dediğiniz zaman karşınıza çıkıp oğlunuza Agit diye seslenecem. Buraya kadar senin için tamamsa bundan sonra Dersim yerine Kerkenez de diyebilirsin, umurumda olmaz dedim.
-Anladım Dersimli kardeşim dedi.
Yolculuk boyunca da üç dört kez daha teklemeden Dersim dedi. Tolga iyiydi, belli ki Agit çekilir dert değildi.
-Komünistleri sevmem ama başkanınıza hayranım, tanıyor musun?
-Tanıyorum, severim değerli bir insandır dedim.
-Benden çok selam götür, düşüncesi ne olursa olsun bu vatan için çaba sarf ediyor. İstanbul’a aday olsun namusuma şerefime bütün imkanlarımla ona çalışırım dedi.
-Kesinlikle haklısın, gerçekten çok başarılı işler yaptı, umarım batıda bir yerlerde aday olur, siyaset tıkanmış durumda belki alternatif çözüm olur dedim.
-Ama Hristiyanlar iki bin yıldır hırsızlık yapıyorlar dedi.
-Benden bu kadar, Hristiyanlar da yol parasını verip kendilerini savunsunlar dedim.
Bizim köy on dört haneden oluşuyordu. Yazın ikinci ayında kuruyan bir derenin iki yakasında yedi yedi dağılan küçük bir köy. Bir yakası Dimilî-Zazakî, benim de mensubu olduğum öteki yaka Kurmancî konuşuyordu. Derenin ortasındaysa bir çeşme vardı, hepimiz oradan alıyorduk suyu. Köyün Dimilî konuşan karşı yaka yaşlıları bizi çeşmede gördüklerinde, bizimle Kurmancî konuşuyorlardı. Belli bir yaşın üzerinde olanlar muhabbet nasıl ilerlerse olayın ruhuna göre dil değiştirirlerdi. Her iki yaka da devletle kırık bir Türkçe ile konuşurdu. Ben böyle bir köyde doğdum. İstanbul’un bir sokağında baştan başa on farklı dil konuşulduğunu da nasip olmadı göremedim ama okudum.
Biz işte bu zenginliğin içinden barbar bir zihniyetin ürünü olan tekçi bir güvenlik fetişince teslim alınmak için ölüm ile sıtma arasında devam eden bir seçime zorlanıyoruz. Ama konu Hristiyanlar ve hırsızlık. Üstelik taksimetre sürekli bize yazıyor.