İnsanlığın dil ile kalkıştıklarına baktığımda kendimi düşüncede arkaik kökenli sayabilirim. Bana düşünmek için ne verseniz verin üzerine düşünebilirim
Uyanmak sancılı bir süreçtir. En basit haliyle bile bu böyle değil midir? Gözlerimizin kör edildiği durumlara uyanmak gibi karmaşık konulardan söz etmiyorum. Sabah uyanmak mesela, bazen uçuruma bir adım atmaya benzemiyor mu; kara parçasının ayağınızın altından çekilmesi gibi. Birden kendinizi uyumuyorken bulursunuz. Hangi ara uyandınız, neden böyle keskin bir şekilde üstelik? Uyanmanın sancılı oluşu alarmı devamlı yedeklememizden de anlaşılabilir pekâlâ. Uyku bitmiştir ama o ara form öyle güzeldir ki oradan çıkmak istemeyiz. Bir alarm daha çalar.
Politik alegori yapmaya çalışmıyorum. Sizi tanıdığını düşündüğünü sanan birine derdinizi anlatmanız zordur. Bunun yerine sizin hakkınızda hiçbir fikri olmayana ter dökerseniz başarılı olma şansınız daha yükselir. Bu basit bir kurala dayanır. Yanlış bir bilgiyi temizleyip yerine yenisini koymak gerçekten zor. İşin ilginç yanı, zorluğu çıkaran bilgi değil, bu yanlış bilgi ile boğulandır. İnsanın boğulduğu denize bitmeyen zaafı işte budur. Bu meselenin alegori olmayışı ise bu köşeye yavaştan siyasetin sirayet etmesi ve siyasetin sirayet ettiği yerlerde zamanla kalsiyum kristalleşmesi dediğimiz olaya sebep olmasıdır. Hazır buna ayıkken bizim gibi hayatı pamuk ipliğine bağlı insanların kalsiyum kristalleşmesi ile ne kadar kırılgan hale gelebileceğini görecek kadar gözlerimizin açık olduğunu varsayıp geçiyorum.
Düşünmeyi yirmilerin sonuna doğru öğrenmiş biriyim ben. Ama yine de insanlığın dil ile kalkıştıklarına baktığımda kendimi düşüncede arkaik kökenli sayabilirim. Bana düşünmek için ne verseniz verin üzerine düşünebilirim. Bu yavaşlayan insan hastalığıdır. Fotoğraftaki o flu görünen görüntü olabildiğince yavaşlamış ve makine ışığa aynı mili saniye içerisinde sonuna kadar doymuştur; her şey olabildiğine berraklaşıncaya kadar. Bu kâğıdın ışık ile resme dönüşmesidir. Düşünce de böyle şekillenir. Bir delikten ışık girer; bu bazen gözün kendisidir. Hatta iddiasına giren olursa onu da söyleyeyim, diğerleri kadar sık bahsi geçmez ama göz de deliklerimizden biridir. O da ışığı alır içeri. Uyanmaktan söz ediyordum değil mi? Dur bağlayalım o halde. Göz ışık aldığı için uyanma gerçekleşir mi diyelim? Tabii ki hayır, göz herkeste geçirgendir. Uyanmak öyle olmaz.
Ben hâlâ konuya giremedim sanırım. Konumuz çamaşır makinelerinde kullandığımız yumuşatıcıların kanserojen etkileri aslında. Yıllardır çevremdeki insanları buna ikna etmeye çalışıyorum. Diğeri de çamaşır suyu. Çamaşır suyunu insanımız ağrı kesici niyetine arada bir kapak kafaya diktiği için henüz onunla mücadele edecek kadar güçlü değilim. Yumuşatıcı kapitalizmin yumuşak karnı olduğu için oraya çalışayım dedim. Ama ihtiyaç buluşların anasıdır derler. Sertlik çağımızın çok ciddi sorunu olduğu için yumuşatıcıdan kimsenin vazgeçmeye pek niyeti olmadığı gibi ben dahi dün çamaşır makineme yumuşatıcıyı yeniden koydum. Ama farenjitim olduğu için girdiğim bu yanlış yoldan daha ilk yıkamadan sonra geri döndüm. Peki özellikle havlu gibi pamuktan yapılma şeylerdeki bu sertleşmenin önüne nasıl geçebiliriz? Biliyorsunuz iktidarlılar sertlik yanlısıdır, halk ise bunu yumuşatmanın bir yolunu arar. Kapitalist firma ise pusudan çıkıp her iki tarafın da işine gelen yalancı çözümü önünüze koyar: Kimyasal yumuşatıcı. Demokrasi hakkındaki fıkraya benzemedi mi bu? İyi de çamaşırdaki bu sertleşmenin kaynağı nedir? En basit haliyle söyleyeyim, sudaki kireç oranı. Hatta olası bakterilere karşı belediyelerin su depolarına boca ettikleri klor.
Eğer ben yumuşatıcı kullanmam ama havlum da yüzüme batmasın diyorsanız, sirke karbonat karışımı ile suyun sertliğini alabiliyorsunuz ama onun da çamaşırı orta vadede deforme etmesi, daha vahimi ise makineye zarar vermesi gibi durumlar söz konusu. Yani orta yollu bir yumuşatıcı geliştirmek zor gibi şimdilik.
Politik alegori yapmıyorum demiştim ya, yapmadığım kısımı da açıklayayım. Dokularında kalsiyum biriken pamuktan yapılma bir havlunun zamanla nasıl sarkıt ve dikitlerle sarılı bir yeraltı mağarasına dönüşebileceğini anlatmaktı niyetim. Uyanmak ve mağaraya ilk ışığın girişi ise kreşendo bölümüydü. Peki kreşendo bölümünü niye başa aldım? Çünkü halk kazanda pişen kurbağa misali zamanla sertlik algısını yitirebilir. Önce dövüp sonra anlatmak diye bir anlatı tekniği var; kazanda olduğumuz için algılayamıyoruz onu da.
İnsan yüzüne neden bir yeraltı mağarasını sürsün ki değil mi? İşte bu sorunun varsayımsal evrenine belediyeler, onların su depoları, kapitalist ekonomi, il tarım müdürlükleri filan yerleşiyor. Bu gazetenin köşesinde biriken kalsiyum ve sertleşme de beni rahatsız ettiği için derhal yumuşatıcı arayışlarına girdim. Çünkü düşüncenin en iyi yumuşatıcısı başka bir düşüncedir; yeter ki müsaade edilsin.