Bir mevsimin sevincini ve hüznünü boynumuzda taşıyarak güz mevsimine girmek üzereyiz.

 

Güz mevsimi öncesiz bir ayrılık vakti gibidir. Rüzgarlar taşıyıverir yaralı duygularımızı yapraksız ağaç mevsimine. Ve biz eskiyen yanlarımızı zamana bırakırken, ömrümüz bir sevgili gibi kırılıverir mevsimlerin vefasızlığında.

 

            Zaman bir kırbaç gibi yüzümüzde şakırdıyarak geçiyor. Bizse ömrümüzün sararmış yaprakları yere düşerken, zamanın şehvetle sömürdüğü bedenimizi izinsiz dokunuşlarla tüketiyoruz. İçimize doldurduğumuz sevinçlerimizi ağaçların gazel döküşüne saklayarak çıkıyoruz mevsimin yolculuğuna. Aslında hepimiz sessiz bir çığlığa katlanarak ömrümüzün derinliklerine giriyoruz. Ve ömrümüz renkten renge giriyor. Aslında yaşam çirkinle güzel arasında oynanan oyundur. Nedense bu oyunda yüzümüzü aynalarda unutup yüzümüzün güzel yanını aydınlığa tuttuk. Öbür yanımızı görmezlikten geldik. Oysa yüzümüzün iki yanı vardı ve ikisi de bize aitti. Her gün kendimizden biraz daha uzaklaştığımızda, aynalara çarpan yüzümüzü anlamak için yorumsuz kimliklere bürünmek zorundalığı kaçınılmaz oluyor.

 

            Aslında hayat engelli bir koşu gibidir. Yanıldığımızı, sevdalara geç kaldığımızı bilerek koşuyoruz bu yolculukta. Kaybolmuş günlerimize, bildiğimiz yanlış adreslere üzülüyoruz. Bugüne dönüp bakarken, gözler yol ayrımında yorulup kaldığımız günlerin yorgunluğuna takılıveriyor. Öyle bir zamanı yaşıyoruz ki; söz düşmez rengimize. Hala anlamadık, anlayamadık ha bire yürüdük tüketircesine yaşamı. Ve ömrümüzü cebimizde gezdirirken, yüreğimizdeki yarayı görmedik. Ya payımıza düşenleri!

 

            Susmanın altın olduğu dönemi yaşıyoruz. Onarılmaz bir dökülüşü var değerlerimizin ve güzelliklerin.  Ama zaman boş durmuyor, bir heykeltraş gibi yontuyor bir yanımızı. Gölgelerimizle beraber kayıyoruz, savruluyoruz zamanın derinliklerine. Bazen gelecek adına tutuşan yüreğimiz mevsimlere sığmazken, bazen içimize saplanan hüznü düşünüp, yitip giden güzelliklerin peşinde tükeniyoruz. Bazen de, doğanın kabaran öfkesini ve etrafımızda, içimizde solup giden çiçekleri göremiyoruz. Ve mevsimlerin kuytuluklarında gizlenerek örtüyoruz benliklerimizi.

 

            Aslında hepimiz hasretiz gecikmiş sevgilere. Hepimizin yüreğinin bir köşesinde büyüttüğümüz bir gülü vardır. Yüreklerimizden mevsimlere uçurduğumuz umutlarımız olmuştur. Veya yaşama olgunlaşmış bir meyvenin tadıyla bakmışızdır. Bütün bunlar hayata katılmanın, yaşama sevincinin tutkusudur veya içimizde kabaran yaşamın dalgalarıdır. Karşımızdakinin gözlerindeki mutluluğu ve güzellikleri yakalama anıdır. Ancak binlerce hayalin peşinde koşarken, aldanıyor ve kırılıyoruz. Yalnızlaşıyor ve bütün zamana yayıyoruz bu yalnızlıklarımızı. Zaten nice umutlarımız gün batımında aktı zamana. Mevsimlerin güzelliklerine serdiğimiz düşlerimiz çalınmadı mı? Zamanın belirsizliklerine akarken gölgemiz, mevsim rüzgarları üşütmedi mi bedenimizi?

 

            Sözcükler acizleşiyor kendimizi anlatırken. Sanki mevsimlik yağmurlar gibi hüzün düşürüyor yüreğimize. Bakışlarımız anlamsızlaşıyor ve göçmen kuşlar gibi kendimizden uzaklara gidiyoruz. Bütün bu olumsuzluklara karşın, o vazgeçemediğimiz, belki de içimizde unuttuğumuz düşlerimiz vardı ya! Umutlarımız, işte onları zenginleştirmek, yaşanılan zamanı iyi değerlendirmek, gelecek günlere göz kırpmaktır. Ve yaşamı parça parça ederek içimizde büyüttüğümüz o gülü zamana sunmaktır.

 

            Unutmamalıyız ki, bakışlarımız içimize hapsettiğimiz geleceğin tutsağıdır. Geçmişi sadece bizleri olgunlaştıran, deneyimlerinden içimizdeki acabaların burukluğuyla değil, muhasebesini bir yerlere kazımanın sevinciyle adına yaşam denilen hasretin sıcağına varacağız. Şimdi yıllar aşınırken, yanlış baharlar yaşadığımızı söylemek, isteklerimizi mevsimlerin sıradanlığına bırakmak olmamalı elbette. Gözlerimizin sıcaklığı da değişen mevsimlerin renklerinde olmamalı ve ardında sürüklendiğimiz yalnızlıklardan kurtularak geleceği mutlak sahiplenmeliyiz..

 

                                                                                              Hüseyin KAYA