Radikal/22.06.2012
21. yüzyılın perdesini AKP hükümetiyle aralayan Türkiye, geçen yüzyılın yalnızlığında beklediği Godot’nun gelmemesinden mütevellit çaresizliğini yeni ikbal oyunlarıyla geçiştirme arayışlarında. Kemalist devlet geleneği ile hesaplaşma spotundan sunulan iç siyaset ise halk için halka rağmen kendi iktidarını güçlendirmeye çalışan formel/informel İslami koalisyon hareketleri tarafından yönlendirilmekte. Ülkenin acil çözüm bekleyen meselelerine yönelik iyileştirici adımların atılması hususunda, söz konusu iktidar bileşenleri tarafından uygulanan bazı popülist politikalar dışında herhangi bir gelişme (ne yazık ki!) söz konusu değil. Bu bekleyişin dizginleri, sadece kendi lehlerine gözetilen bir fayda mantığının elinde bulundukça değişimin söz konusu olması da pek kabil değil. İnsan olmanın vazgeçilmezleri arasında bulunan temel hak ve özgürlükler yönünde bugüne değin yapılanlar ya bir lütuf olarak verildi ya da ortada kaldırılacak bir olumsuzluk yokmuş gibi görmezden gelindi. Şatafatlı bir teveccüh şöleniyle sunulan kırıntılar bile, geçmişin olumsuzlaması üzerinden yapılan, vitrin cezbediciliğiyle süslenmiş ve sadece dışarıdan iştah kabartan suni niyetler oldu.
Her koşulda modaya uyup şimdi de Kemalizme küfretmeyi bir ibadet haline getiren (M. Mungan’ın tabirini biraz daha genişletirsek) soldan ve sağdan devşirme ‘pastorize’ edilmiş liberal düşünce erbapları da var olan bu ‘iktidardan sesler korosu’na eklemlenip, sadece ama sadece kendileri açısından bir fayda gözettikleri ‘omurgasız bir yancı’ rolüne yeltenmiş bulunmakta. Üstelik de bunu, AKP ’yi ve cemaati demokrasi yolunda daha fazla adımlar atması için gizledikleri (gazladıkları), sözde ifşa edilmeyen bir illegal takıyyecilik rolü ile yaptıklarını da sanarak! Bu ülkedeki iki insandan birinin oyunu alan ve devletin tüm olanaklarını elinde bulundurarak yatak odası sohbetlerine kadar her türlü bilgiye sirayet eden bir iktidara, hepimizden daha iyi bildiği fakat görmezden geldiği haksızlıkları hatırlatmak bile başlı başına bir körlüktür! Kendisinin sebep olduğu haksızlıklar da cabasıyken (Bkz. Uludere/Roboski)...
Kemalist devlet ile hesaplaşmaktan ziyade, Kemalistler ile bir kör dövüşüne girişen iktidarın, birçok düşünürün de haklı olarak belirttiği gibi, Kemalizmin muhafazakâr versiyonuna doğru evrildiği, gün ışığının tüm çıplaklığı ile kabak gibi ortada durmaktadır. Nefsin terbiyesini şart koşan İslami geleneğin mazlum modunda bulunan dünün muhalifleri, bugün elleri altındaki iktidarın tüm olanaklarının cezbediciliğinden olsa gerek, İslamiyeti nefislerine angaje ettikleri bir söylem (ideoloji) haline getirdi.
İlk taşı günahsız olanlar atsın!
Tüm kötülüklerin anası olarak görülen Kemalist devleti, sadece hesaplaşılması gereken bireylerden ibaretmiş gibi göstermek bile, dikkatleri Kemalizmin toprak altındaki kemiklerine yöneltip bugün kendi bedenlerinde reenkarne olan ruhunu gizleme maksadı taşımaktadır. Bu sebeple Kemalist devleti milliyetçilik üzerinden okumak ve okutmak, başlı başına bir bilinç karartması ve ‘safdilliktir’. Özellikle de Türkiye ’de Müslümanlığın sahip olduğu tarihsel içtihadı görmezden gelip suçu tek başına Kemalizm ve öncülleri olan İttihatçılarda aramak büyük bir yanılgıdır. Hakeza -birazdan geleceğimiz meseledeki gibi- İttihatçıların ulusçu fikirlerle tanışmalarının akabinde, Ermenileri sadece tek başlarına kendi Türk milliyetçiliği hissiyatlarıyla katlettiklerini ve katlettirdiklerini düşünmek, söz konusu olan dönemin ‘zeitgeist’ında (dönemin ruhu) bulunan ‘gazacılığı’ göstermemek değilse nedir?
Ağırlıklı noktasını milliyetçilik hissiyatının oluşturduğu Ermenilere karşı yapılmış katliamın toplumsal mobilizasyonunu (seferberliğini), tek başına bu saik üzerinden değerlendirmek bile tarihe ve sosyolojiye karşı yapılmış büyük bir haksızlıktır. Bu topraklardaki Ermeni fobisinin 1915 gibi kesit bir tarihten ibaret olduğunu düşünmek, aynı zamanda 19. yüzyılda da Ermenilere karşı yapılan katliamları bir bütün olarak okumamak manasına gelir. Özellikle de burada, Abdülhamit dönemini ve kendisinin İslami gelenek içerisindeki konumunu çok iyi okumak gerekmektedir. Ermeni katliam(lar)ını sadece milliyetçilik ile izaha yeltenip onu bu düşünce ile özdeşleştirilmiş İttihatçıların bir vahşetiymiş gibi tartışmak, daraltıcı ve körleştirici bir maksada hizmet etmektir. Aksi takdirde, Türk milliyetçiliğini yalnız başına katliamın arka planı olarak sunmanın, Kürtlerin de katliamda oynadığı rolü anlamlandırmak hususunda yapılacak olan gerekçelendirmeyi etkisizleştireceği bilinmelidir.
Milliyetçiliğin ‘sünnetçilik’ halleri
Tam da bu bağlamda, her iki topluluğu da suç ortaklığı hususunda bir araya getiren, milliyetçilik üstü bir argümanın varlığı ön plana gelecektir: Türkiye Müslümanlığı. Bu yüzden de birileri hâlâ ‘Müslümanlık adına’ milliyetçilik yapanları telin etmeden önce, Müslümanlığın da bulaştığı bu ‘ortaklıkta’ kararan kendi unutulmuşluklarını hatırlamalıdır. Üstelikte bu durum, “... fakat vicdanlı Müslümanlar da Ermenilere yardım ettiler” sevimliliğiyle izah edilmeyecek kadar vicdanlarda kara bir delik açmışken!
Bu topraklardaki katliamlarla yüzleş(tir)mek adına, Kemalizm karşıtlığı üzerinden, İslami ‘duyarlılıkları had safhada’ olanların ‘hakkaniyetine sığınmak’, denizdeki yılana sarılmanın ötesinde bir işleve sahip değil. Ama bugün, haklı bir gerekçeyle kimliklerini 1915’in travmasıyla İttihatçılık ve ardılı olan Kemalizm karşıtlığı üzerinden (de) inşa eden Ermenilerin duymuş olduğu nefret, sözde bu gelenekle hesaplaştığını iddia eden iktidara doğru, olumlu bir yönelmeye evril(til)miş bulunmakta. “Düşmanımın düşmanı dostumdur” dedirtecek denli, Ermenilerin de arasında bulunduğu gayrimüslimlerin neredeyse tamamının AKP ’ye oy verdiği, geçen günlerde Baskın Oran tarafından da belirtilmişti (Radikal İki, 20.05.2012). Üstelikte Başbakan’ın, tekletmeden tekleştirmeye niyetlendiği ‘tek dinli’ bir Türkiye hülyasına rağmen!
Anadolu’nun daha dünkü çocuklarının, milliyetçiliğin esaretine tabi kıldıkları İslamiyet adına, bedenleriyle bu topraklarla hemhal olmuş asıl sahiplerini anlamalarını beklemek kolay iş bir olmasa gerek! Bu yüzden de Başbakan’ın sorunsuz birTürkiye niyetinin deruniliğinde saklı olan tek din ‘sürçmesi’, bu hususta yapılmış olan ilk talihsiz açıklama olarak görülmemelidir. Zira Fethullah Gülen’in Erdoğan’dan önce, Dersim Alevileri hakkında yaptığı dinsiz tanımlamasını teşkil eden niteleme, Ermenilik, Süryanilik ve Nusayriliği aşağılayan bir anlamsal çerçeve üzerinden kurulmuştu. Gülen bu açıklamasında aynen şu sözlere yer vermekte: “Fakat Türkiye’de ben Alevi demiyorum, onlar Alevi değildir. Anadolu ’daki Aleviler, Yörükler, bizim Tahtacılar, onlar her zaman bizim kendileriyle anlaşacağımız insanlardır. Fakat esas, aslen Nuseyri olan, Ermenilerden, Süryanilerden meydana gelmiş, aslen Nuseyri olan Tunceli civarındaki Aleviler bu işin arkasında. Bunlar Türkiye ’de gaileler açtığı zaman, devletinizle, ordunuzla bu işin karşısına çıkamazsınız. Ve bunların dinleri yoktur. Nuseyri akidesi vardır.”*
Gülen’in bu açıklamalarından da anlaşılıyor ki ‘Müslümanlarımızın’ da milliyetçiler gibi bu topraklardaki en büyük düşmanı, başta Ermeniler olmak üzere gayrimüslimlerin de aralarında bulunduğu Türkiye ’nin lanetlileridir!
(YALÇIN ÇAKMAK: Tunceli Üniversitesi Tarih Bölümü)