Sayın okurlar, Yüce Mevla’nın sizleri, ailenizi, efradınızı, hepimizi, millet ve memleketimizi bu hastalıktan korusun, yalvarmasıyla başlıyorum.

                Birlik, beraberlik ve dayanışmaya en fazla ihtiyacımızın olduğu günlerdeyiz. Önümüz puslu, yol ve izler belli değil. Herkes kendi için en kıymetli olan canının derdine düşmüş. Herkesi dize getiren salgın hastalık hepimizin kabusu olmuş.

                Bunun bitmesi için tıbbi ilim ve çareler arayan ilim adamlarına başarılar, muvaffakiyetler niyaz ediyorum. Allah yardımcıları olsun.

                Amma biz bireylere düşen de çok önemli işler olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bu nedir? Dar günde dayanışma, dar günde dayanışalım ki selamete çıkalım. Tek çare budur. Tek ışık buradadır. Bunu neden söylüyorum. Ben, 86 yaşındayım. Bunun kadar olmasa da bunun gibi çok acı, çok olanaksız, imkansız günler gördüm; geçirdim. Bunların hepsini sarılarak, kucaklaşarak, paylaşarak atlattık. İnşallah bunu atlatırız. Yeter ki morallerimizi bozmayalım. Yeter ki kenetlenelim. Şu andaki tablo iç açıcı değil ama Allah’ın inayetiyle, halkımızın dayanışmasıyla bunu da aşarız. Bakın gerek benim dönemimde gerekse de benden evveli babamın döneminde neler olmuş. Sıralıyorum:

                Babam anlatırdı. Yıl 1915 Rus orduları Erzurum’a gelmiş. Savaşa giden yöremiz insanlarından bir de babamın öz amcası Seyit İbrahim olmak üzere çoğu geri dönmemiş. O dönem orduyu saran tifo hastalığı askerimizin çoğunu şehit etmiş.

                Yıl 1926. Yine bir tifo memleketimizi kasıp kavurmuş. Komşu komşunun halini sormaz olmuş. Köylerde çok ölü olmuş. Elmakaşı Köyü’nde bir hafta içinde ölen Yadigar Dede’nin oğlu Hasan ile onun oğlu Hüseyin için bir de ağıt yakılmış. O hastalıkta da yöremiz çok insan kaybetmiş. O da atlatılmış. Köylere her sene kızamık, çiçek giriyordu. Yüzlerce çocuk ölüyordu. Kımıl denilen bir böcek geliyor buğdayı emiyordu, milleti aç susuz bırakıyordu.

                Bakın misal veriyorum. Dayanışma nasıl olurdu? Halk fakirdi. Çoğunun kapısında bir eşeği dahi yoktu. Atı, katırı, eşeği olanlar buradan Malatya’nın, Elazığ’ın, Pötürge’nin, Kömürhan civarındaki köylere gider. Kuru dut getirirlerdi. Köye gelen köylü, dutlarını bir çadırın üzerine döker onu köydeki fakir aileler de dahil olmak üzere dağıtır, tekrar giderdi. 5-6 gün süren bu meşakkatli yolculukta kimse kar düşünmüyordu. Bunları eşit herkese dağıtırlardı. Ve bu acı günleri böyle beraber atlattık.

                Halk dayanışmasıyla bunu yeniyorduk. Şimdi daha kötü bir tabloyla karşı karşıyayız. Aslında bizim Alevi inancının temel taşlarından biri de bir nevi dayanışma olan Pars’tır. Pars nedir? Pars, kapına kadar gelen fakirin torbasına bir şey koymaktır. Dikkat edin, fakirin diyorum. Dilenci demiyorum. Duygu sömürüsü yapıp dilenen, götürüp apartman yapanlar değil. Düçar olduğu yoksulluktan birine yardım etmek için pars edenler.

                Allah rızası için bir lokma isteyenlere bizim yörede parsacı denilir. Bizim inancımızda da bildiğimi kadarıyla ilk parsacı Selman-ı Farisi Hazretleridir. O pars eder getirir Kırklar’a verir Kırklar da bunu pay ederlerdi. Yukarıda bizim dini inancımızdan pars var demiştim. Evet, o şöyleydi. Cemlerimizde herkes lokmasıyla gelir, lokmasız kimse ceme gelmez. İbadet faslı bittikten sonra gelen lokmalar niyazcı tarafından dağıtılır. Dağıldıktan sonra niyazcı cemaate hitaben:

“Geldi Hakk’ın niyazı,

Elimizde yoktur sunç ile terazi,

Herkes hakkında oldu mu razı” diye üç sefer tekrarlayarak cemaatten rızalık alır. Eğer biri arada kalmışsa, lokmasını almamışsa lokma verilirdi. Şah lokması da verildikten sonra herkes lokmasını yiyebilir. Lokmalar yenildikten sonra gene niyazcı, eline bir tepsi alarak cemaatten lokma toplar. Elindeki tepsiyi gezdirerek şunu söylerdi:

“Hasan Hüseyin yasta,

Bülbül kafeste,

Selman geldi parsa,

Selman aşkına” der ve bütün cemaatten pars toplar. Unutup Selman payını vermeyenlere ceza verilirdi diyorum. Çünkü bizim şimdiki cemlerimiz bambaşka olmuş. Allah yardımcımız olsun. İşte bizim dayanışmamızın bir ayağı da Kırklar cemindeki parsımızdı. Olandan alınıp olmayana vermek.

 Ben de şimdi diyorum Hak aşkına, Muhammed Ali aşkına, Bozatlı Hızır aşkına birbirimize destek olalım. Bu acı günler inşallah geçer. Bu kara bulutlar dağılır. Yine güneş doğar. Ay doğar, her şey gelir geçer. Bu vatan bu toprak burada sabittir. Nasıl bize yurt olduysa evlatlarımızın vatanı da burasıdır.

Bakın size yazılı bir şahit halen elimizdeki mevcut olan ceddim Şıh Delili Berğecan’ın şeceresinin yazılış tarihi 408 hicridir. Yani hepimiz bin yıldır bu topraklardayız. Daha binlerce yıl evlatlarımızın yurdu olacak. Çünkü Anadolu toprağı erenler yurdudur. Evliyalar diyarıdır. Bu topraklarda daha çok Hacı Bektaşlar, Mevlanalar, Yunus Emreler, Pir sultanlar, Ağuçanlar, Derviş Cemaller, Şıh Delili Berğecanlar, Piri Sevdinler, Sarı Saltuklar, Baba Mansurlar, Hacı Kureyşler, Derviş Beyazlar, Seyit Sabunlar ve Sultan Hıdır’lar yetişir.

Yukarıda saydıklarımın hepsinin kapısına niyaz ederim. Himmetleri bu ülke bu vatanla olsun diyorum. Amma bu ulu zatların bu ulu mürşitlerin, önümüze koydukları olmazsa olmaz olarak kabul edilen erkan ve yolumuzun temel şartları olan yalan söyleme, haram yeme, zina yapma, hırsızlık yapma, elinle koymadığın şeyi alma, gözünle gördüğün kötü şeyleri ört, görmediğini söyleme, Allah’ın işine karışma, sana zor geleni başkasına reva görme, gibi durumlara yakın olmamız lazım. Yoksa manevi bir yardım bir yerden beklememize hakkımız yoktur. Birlik beraber olalım hastalığı yenelim.

 

Yukarıda yazmıştım 1936’da gelip memleketi kavuran tifo hastalığından ölen Elmakaşılı Yadigar Dedenin oğlu ve torunu için yapılan ağıt:

 

Sene 1936 da tufan koptu bekes hanede

Teşrini saminin 17 den yüklenmiş göçü gidiyor Hasan ile Hüseyin’im,

Asırlar da vaki değil bu acı keder, bu acı zulüm

Ayrıldı, süzüldü sevgili Hasan ile Hüseyin

Mazlum Hasan’ın yaşı 40’ına varmadı,

Muratsız Hüseyin’in 20’sini bulmadı

Kefen içre kinyafü Yakup mecal vermedi Hasan ile Hüseyin’e,

Şam esirleri gibi soran olmadı

Bu acı yaraya tahammül olmadı

Ah vah ile doldu meftun mezarlar

Gözü yaşı döktü anne kardeş bacılar hasan ile Hüseyin’e.

“Sırrı der nesli alidendir şehsiz bigüman

Bu esrara mazhar olan etmiştir iman

Şüphesiz fırka-i On İki İmam

Ayrıldı sevgilim Hasan ile Hüseyin.

 

Bu da 1936 yılındaki tifo hastalığının hatırası olarak belleğime kazınmış. Yazımı bitirirken diyorum ki Cenab-ı Allah hepimize hayırlı günler versin. Birlik ve beraberlik versin.

                ŞIH DELİLİ BERĞECAN EVLATLARINDAN HÜSEYİN ERDOĞAN