Hazır reçetelere sığmayacak ve hamasi nutuklarla çözülemeyecek kadar aciliyeti olan bir ateş topunu kucağında tutan Türkiye halkı, kendisine öğretilmiş olan çaresizlik hali ile mezarlıklar diyarı memlekette ıslık çalarak yaşamını devam ettirmekte. Korkuları öğreten savaşın sinsi sansarları ise, bu halden aldıkları güçten olsa gerektir ki, cüzdanlarının bir köşeciğine sıkıştırdıkları milliyetçilik kartını her defasında suratlarımıza çarparak efelenmeyi bir kez olsun elden bırakmamaktalar. Üstelik de bunu, ayinden törene doğru evrilen toplu terör lanetlemeleri ve aykırı seslerin lince tabi tutulduğu bir demokrasi şöleni eşliğinde gerçekleştirerek. 

 

Sen de mi Brutus?

 

Bu linç demokrasisinin en son mağdurlarından biri de, ayaklarını konuşturmak dışında kendilerine söz hakkı tanınmayan futbolcular arasında yer alan milli oyuncu Arda Turan. Meslekte profesyonelleşenlerin dışında konuşulmasına müsaade buyurmayan milli ahlakımız, Arda’nın siyaset kurumuna müdahale etmesine içerlenmiş olmalı ki, tiz elden kellesine talip olup, bizlere bir “ya devlet başa ya kuzgun leşe” mizanseni daha izletmiş oldu. “Türk patentli bir golü tüm halkların şehitlerine armağan ettiği için” tepki alan milli futbolcunun, kendisini özür dilemek zorunda bırakan siyaset mühendislerine verdiği cevap da önceden söyledikleri kadar manidar oldu: “Konuştuğum için ülkemden özür dilerim. Bir daha konuşmam, kimse konuşmasın. Böyle devam etsin. Sorumluluk almasın, herkes işine baksın. Benim ailem de bu ülke için şehit verdi. Bu akan kanın durmasını istiyorum sadece.” Böylelikle, düşünce ve onun ile senkronize bir birliktelik gösteren konuşma ediminin suç olduğu kendisine idrak ettirilen Arda, yaşadıkları üzerinden bizlere konuşmama ve suskunluğa bürünme tavsiyelerinde bulunarak başımıza gelmiş ve gelecek olan musibetlere dair iyi niyetli beyanlarda bulunmuş oldu. 

 

Türkiye’de yaşanılanlara dair dile getirilenlerin bırakınız realite olarak bir somutluğun fotoğrafını yansıtmasını, çoğunluklu olarak resim çizmenin subjektivite sınırları dışına taşmadığı görülmekte. Dolayısıyla, iktidarın ideolojik aygıtları tarafından yaratılan kelime haznesi ve bunlara göre biçimlenen düşünce (sizlik) nin tarafgirliğine tutsak olanların dışındaki farklı ve üretici beyanlarda bulunanların sonu, “tanrı dağı kadar Türk olanlarımızın” “ya sev ya terk et” tasdikli tapu belgelerinin referanslı sürgün tehlikesiyle yaşamak oluyor. Özellikle de futbol yaşamını farklı bir ülkede sürdürmesinin en azından Arda’nın bu şekilde konuşması üzerinde etkilerinin olduğu da görmezden gelinemezken.

 

Bu yüzden de hakim olan paradigmanın ürettikleri dışında fikir öne sürmenin bin bir zorlukla karşılandığı bir ülkede, tüm çabalara rağmen demokrasinin işlevselleştirilmesi diye bir şeyden bahsedilemez. Ortak yaşamamızın vazgeçilmez yalanlarının başında gelerek bağışlayıcı bir lütuf gibi sunulan “empatinin” dahi bu kadar ters düz edildiği bir ülkede kelimelerin ve kavramların tekelciliğine soyunmak acınası bir durumdur. Topraktan gayrısını bölünmez bütünlük olarak algılamayanlar, aynı topraklar üzerinde her gün birbirlerini öldüren farklı etnik yapılı vatandaşların halinin zaten var olan bir bölünmüşlük olduğunu ne zaman görecekler? Aynı şekilde kendi ölülerine şehit öldürdüklerine ise “leş” tabirini yakıştıranların, olur olmaz her muhalefet hareketine de “terör” yaftası ile yaklaşmasına karşı söyleyecek bir çift sözü olan yok mu? Kuramsal anlamda, organize bir güç kullanarak herhangi bir kişi ya da topluluk üzerinde oluşturulan siyasal baskının terör olduğunu siyaset bilimcilerimiz “unutmuş olsa gerektirler ki”, bu baskıyı elinde bulunduran en büyük organize gücün de bizzat “devlet kurumunun” kendisi olduğunu söylemeyi bir türlü hatırlayamamaktadırlar! Bu meslektaşlarımızın basiretsizliğinden öte, büründükleri ultra bilimsel ahlakın dışa vurumudur.

 

Minerva’nın Baykuşları

 

Dünyanın nasıl olması gerektiğini öğrenmek iddiası üzerine düşüncelerini ortaya koyan Hegel’in, felsefenin her defasındaki geç kalmışlığı üzerine söyledikleri ile yaşadığımız bin bir türlü zorluklara dair çözüm üretemeyen siyaset kurumumuzun içine düşmüş olduğu tıkanmışlık hali arasında yakın bir ilişki kurulabilir. Hegel, belirli olan bir sürecin bütünsel olarak kavranılabilmesi için diyalektik sürecin bir noktaya ulaşması ve tarihin maddi pratiğinin ortaya çıkması gerektiğine işaret ederek, bilgelik ile özdeşleştirdiği Minerva’nın Baykuşu metaforuna vurgu yapar. Alacakaranlığın en zifiri noktasının tan ağarmasından önceki zamana tekabül ettiğini ve bu baykuşun da bu süre zarfında uçarak bilgelik taşıdığını düşünen Hegel’in ifade ettiklerine paralel olarak, bugün ülkemizde meydana gelen gürültülü gelişmelere dair oluşturulan suskunluk havasını bozanların da birer Minerva Baykuşu oldukları söylenilebilir.

 

Evet, Biz de Sezar!

 

Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal atmosferin sahip olduğu tehlikeli karanlığın aydınlık bir evreye geçmesine engel olmaya çalışanlar, Tunceli’deki halı saha saldırısında öldürülen Dilay Kerman’ın babası Sami Turan’nın ifade ettiği “Bu vatana çocuklarımın kanını helal etmiyorum” sözlerinden aslında çok şey öğrenmelidirler. Benzer şey, yukarıda yer verdiğimiz Arda’nın sözleri için de geçerlidir. Çocuğunu yitirmiş acılı bir babanın duyguları ile Türk futbolunun önemli bir simgesi haline gelen Arda Turan’ın milyonlarca insanın kafasında yarattığı olumlu ya da olumsuz soru işaretleri, olan olduktan sonra alışıldık yas teranelerini tekrarlayan bilim insanlarımızın, köşe yazarlarımızın ve siyasetçilerimizin söylediklerinden daha manidardır.

 

Bu yüzdende, her gün kana uyanan tedirgin bir toplum olarak yaşamak istemeyenlerin, gün doğumuna doğru son kanatlarını çırpan Minerva’nın Baykuşlarına bir şans vermesi gerekiyor. Ne diyelim! Onların bir kez kanatları kırılırsa bizim de her defasında yüreğimiz kanar dışında söyleyebilecek başka bir sözümüz kaldı mı ki?

 

* Bu yazı 13/09/2011 tarihli Taraf Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Yalçın ÇAKMAK

[email protected]