Fetullah Gülen'in yıllar önce Dersim Alevileri hakkında dile getirdiği nefret söylemine dair epey yazmıştım. Bunlar, Radikal'de yayımlanan "Milliyetçiliğin altına doğru süpürülen Müslümanlık", diğeri de "Badem bıyıklı kardeşlerim ve türbanlı bacılarıma sitemimdir" başlıklı yazılarımdı. Fakat kısa süre önce ulusal basında gördüğüm bir haber nedeniyle, bu mesele üzerine birkaç şey söylemeyi yeniden gerekli gördüm.
Haberde, Tunceli Üniversitesinde Bilgi İşlem Daire Başkanı olan Cem Tekinoğlu’nun, Gülen'in bu söylemlerinden ötürü hakkında suç duyurusunda bulunmuş olmasına yer veriliyor. Bir an garipsedim. Nedeniyse, açık bir şekilde AKP propagandası yapan ve daha önce bu partiden milletvekilliği başvurusu da olan Tekinoğlu'nun bu tavrını (-ki kendisi de bir Dersimlidir) ciddiyet ve samimiyetten uzak bulmamdan geliyor. Burada, verili durumları da göz önünde bulundurarak bir niyet okuması yaptığımı peşinen dile getireyim. Bir toplumun mağduriyetlerinin kişisel beklentiler üzerinden bu denli kullanılmasının, en az bu söylemi kullanan (F.Gülen) kişi kadar bunu kabullenmek olduğunu düşünüyorum! Dile getirebilir ve de bu hususta gerekli kanuni başvuruları yapabilirsiniz. Bu yapılması gereken örnek bir davranıştır. Hele ki bunu yapanlar bir dönem iktidar ya da iktidarın ortağı olmuşken. Fakat koşullu bir ‘ama’ ile!
Düne kadar AKP ve Cemaat 'canciğer kuzu sarmasıyken' ve üstelik siz de kendinizi bu birlikteliğin içerisinde iktidarın bir bloğunda konumlandırırken, şimdi ortaya hiçbir şey olmamış gibi çıkıp, Alevilere edilen bu hakaretleri dillendirmeniz, en basit tabiriyle bir şark kurnazlığıdır! Aleviler bu gibi davranışlara birçok kere maruz kaldı, bu nedenle bu hususta artık tecrübeli olduklarına inanıyorum. Yani kendi mağduriyetlerini suiistimal eden birçok insanın bu mağduriyetleri samimiyetsizce ön plana getirip, iktidara eklemlendiğine fazlasıyla aşinalar. Bu nedenle, samimiyetten uzak buldukları bu davranışlara da prim vermeyeceklerdir.
Gülen hareketinin, çoğu devlet kurumlarında olduğu gibi üniversitelerde de kadrolaştığı açık bir gerçek. Bilindiği gibi, bu kadrolaşmanın en yoğunlukta olduğu zaman dilimi, AKP ile birlikte hareket ettikleri döneme tekabül ediyor. Bu ortaklığı, elbirliğiyle sürdükleri ‘öküzden’ maksimum faydayı sağlayıncaya kadar da devam ettirdiler. Ama bir gün gelip de, o öküz ölünce, ortaklıklarından eser kalmadı. Güçlü çıkan taraf AKP olunca, karşı bir tasfiyeye giriştiğini ve özellikle de devlet dairelerine yerleşen Cemaat mensuplarını birer birer elemine ettiğine tanık oluyoruz. Bunlar içerisinde üniversitelere henüz dokunulmadığını, dokunuluyorsa da ne şekilde olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Ya da sıkça bahsedildiği gibi, yakın bir zaman içerisinde tasfiye operasyonlarının üniversitelere sıçrayacağı da dile getirilenler arasında. Bunu en az bizim kadar Cemaat kesimi de biliyor. Fakat ortada şöyle bir durum söz konusu…
Türkiye insanının güçlü olana eklemlenme ve bu güç ilişkilerini de kendi çıkarları için kullanma konusunda bir pragmatiklik ve bu pragmatiklik üzerinden de siyasi pozisyon belirlediğine son on yıldır özellikle tanık oluyoruz. Bu durumu muhalefetin okuyamadığı, yarım yamalak okuyanların da ya eline yüzüne bulaştırdığı, ya da etkisiz kaldığı görülmekte. Böyle bir siyasetin yapılmasını tabi ki tasvip etmiyorum ama siyaset matrisi böyle bir denge üzerine kurulu ülkede, bu neredeyse adeta bir ‘zorunluluk’ haline gelmiş bulunmakta. Bunun dışında duran diğer Sol, Sosyalist, Liberal ve İslamcı kesimlerin dile getirmiş olduğu ‘niteliksel’ eleştirilerin henüz istenilen düzeyde bir karşılık bulamamasının nedeni de bir nevi bundan kaynaklanıyor. Nitelik mi, pragmatizm mi diye sorarsanız cevabım kesinlikle ‘pragmatizm’ olacaktır. Çünkü hem pragmatizmi hem de popülariteyi besleyen bir durum söz konusu.
Bütün bu nedenlerden ötürü, hem AKP ve hem de Cemaat böyle bir rağbete sahip görülüyor. En azından AKP’ninkini sayısal bir değer olarak, ‘seçimler’ üzerinden okuyabiliyoruz. Ama Cemaatin, aldığı onca yaraya karşı ne kadar gerilediğini henüz kestiremiyorum. Bunu şimdi AKP ve Cemaat arasında kalmış bazıları da kestiremiyor. O nedenle rotasını kıvırmak için sürekli bir güç okumasına başvurmakta ve gerekli gördükleri takdirde dümenini güçlü olandan yana çevirme hususunda pragmatik bir tutum sergilemekteler. Mesela Cemaatten ayrılıp doğrudan AKP’ye destek sunanlar oldu. Çünkü onlar için Cemaat artık gerçekten kaybeden, AKP ise kazanan taraf olarak görüldü.
Siyasetin merkezine yönelik yapılan bu değerlendirmelerin aynı zamanda güçlü bir taşralılık durumu da söz konusu. Bunun da, en başat faktör olarak yukarıda da bahsettiğimiz gibi güç ve ona eklemlenme ilişkisiyle alakası var. Öyle bir süreç ki, gerek AKP’nin (-ki bunu fazlasıyla gördük) gerekse Cemaatin ne denli kirlendiklerine tanık oluyoruz. Birileri bunu, zaten “yapısal olarak var olan bir kirliliğin” dışa vurumu olarak değerlendirmekte. Gelinen nokta itibarıyla, bu kesimin büyük bir haklılık payına sahip olduğunu gördük. Bu ayrı bir şekilde uzun uzadıya ele alınması gereken, ciddi bir mesele. En azından şimdilik sadece belirtmekle yetinelim diye söylüyorum.
Ben daha çok, Cemaat ve AKP’nin gücünü taşralılık ve pragmatizm üzerinden nasıl okunup, karşılıklı olarak birbirlerini nasıl besledikleri hususuna dikkat çekmek istiyorum. Zira yukarıda bahse konu olan Tekinoğlu tavrı bunun en basitinden prototipidir. Burada artık uzunları kapatıp, kısaları açma yani projektörü dar bir alana tutma vaktidir ki oda; “Ağaca saplanan balta sapının yine ağaçtan olması, yani Alevinin Aleviye ettiğidir.”Alevilere kadir-i mutlak bir doğruluk ve şaşmazlık yüklemek niyetinde olmadığımı, üzerine özellikle basarak belirtme gereği duyuyorum: “Kul olduğunuzu kabul ediyorsanız şayet, hatanız olduğunu da kabul edeceksiniz.” Bununla ilişkili olarak, ortada daha derin ve de komplike bir durum söz konusu.
Bir örnek üzerinden gidecek olursak, o da yaygın bir söylenceye göre Pir Sultan ile Hızır Paşa arasında geçtiği söylenen olaydır. Hani şu okumak için gönderdiği Hızır’ın, dönüp dolaşıp yine Pir’i idam ettirdiği anlatı! Bu, bugüne değin Alevi toplumunda sürekli bir ‘bizden’ olan Pir Sultan ve ‘bizden olmayan, düşman Hızır’ olarak anlatılıp duruldu. Hikayeyi çözümleyince, Alevi kimliğinin konsolide (güçlendirilmesi) edilmesinde sadece Pir Sultan’ın haklılığına temas edildiğini (bizce inkar edilemez), Hızır’ın ise ‘yaptığıyla bırakılıp, Aleviliğin çöp sepetine atıldığını’ görüyoruz. ‘Aleviliğin çöp sepeti’ tabirini kullanmamızın özel bir sebebi var. O da ‘bizden ya da bizim olan sepetin göz ardı edilmesidir!’ Mesela Hızır ismi… Pir Sultan’a bu kadar yakın olan birinin elbette ki Sünni biri olduğunu düşünemeyiz! Bu nedenle akıl yürütmemiz bizi zorunlu olarak ‘biyolojiye’ götürmekte. ‘Biyolojik Alevilikten, süreği takip eden Alevilik’ arasındaki bu ayrımı iyi koymak gerektiği kanaatindeyim. Koymazsak şayet, bugün hem Alevileri, hem de kendi içerisinden süreğe ‘ihanet’ ettiğini düşündükleri ‘düşkünlere’ karşı geliştirdikleri tavrı anlamamız zorlaşır.
Olayın bir diğer yanı da, Pir Sultan’ın bu ‘düşkün’ Alevinin inkarına karşı Şah’a avaz vermesidir. Hızır’ın ‘mutluluğu’ ise, hikmetlü padişahına, ‘ben onlardan değilimini’ ispatlamak. Pir’in akıbetinin ne olduğunu biliyoruz çünkü istesek de istemesek de ‘geleneğin icadı’ bunun yaşatılmasını zorunlu kılmakta. Peki, Hızır’ı ya da hangi lanetin azabıyla öldüğünü hiç düşündük mü? Diğer yandan, Hızır’ın, ‘dünyevi mi, uhrevi mi’ olduğunun cevabını Pir Sultan’ın canına kastederek aradığı Şah’ı? Öyle ki, Şah’ına giden Pir Sultan, meğerse giderken aslında bize doğru gelmiştir. Bize düşense, ‘gülleri taze gelen Piri’ sefa geldi, hoş geldi diyerek karşılamaktır!
Hikâye öncesine dönecek olursak, sanırım devam etmemiz gereken istikamet ‘mağduriyetin kullanışlılığına’ vurgu yapmak olacak. Hem bu aralar moda, hem de ‘mazlumluğun muktedirliğe’ evrilen durumunu göstermek açısından iç karartıcı bir örnek. Hele ki, Alevilerden bazıları da bundan ziyadesiyle faydalanıyorsa! Onlara artık Alevi deyip dememek tabi ki size kalmıştır. Lakin benim derdim şimdilik bu değil… Alevilik dışından birilerinin bunu Alevilere karşı kullanması zor olduğu için, geriye sadece Aleviye, yine ‘Aleviden gayrı düşman bırakmayan’ pazarın varlığına işaret etmektir. Çünkü Hızır’a edilen lanet yine gelip Aleviyi bulmuştur. O halde, ‘Hızır’ların öldüğünü’ kim söyleyebilir?
Görülüyor ki, AKP ve Cemaat arasındaki güç ilişkisi bazı Aleviler tarafından da pragmatizm eksenli değerlendirip, kullanılmaya çalışılmakta. Tercih edilen bir bakarsınız Cemaat, bir de bakarsınız ki AKP olur. Biri çıkar Alevi olduğu için Aleviliğe had bildirir, bir diğeri de hadsizliğini ‘Aleviye melhem olarak gösterip’ esasında onu kendi ‘keline mehlem’ et(tir)meye çalışır. Peki, ne için? Aleviler için olmasa gerek. Burada mesaj tabi ki Alevilere değil, “Aleviliğe karşı en iyi ‘truva atı’ ben olurum, beni yap” diyerek, iktidarın kendisinedir. Diyelim ki bu hesap tutmadı, sıraya hemen bir sonraki talep konuluverir: “Ey iktidar! At olamasam da, en azından sen benim senin için atlığa soyunduğuma şahit ol. Çünkü benim seninle tadacağım yenilginin bile benim için elde edeceğim kazanımları var!”
Birileri de ipinin ucunu iyiden iyiye Cemaate kaptırdıkları için bunu AKP’ye karşı açıktan söyleyemez (-aman Cemaat duymasın diyerek), vazifeden rol devşiren gönüllülerine söyletirler. Kimin kimi kullandığını onlar da bizler de biliriz bilmesine, ama mesele Dersim ve Aleviliği olunca, sevgili Şükrü Aslan’ın da dediği gibi döner gelir yine ‘herkesin bildiği’ bir ‘sır’ oluverir. Dudaklar mühürlüdür fakat ses gelmeye devam eder, oradan ya da buradan…
Madem kendilerini bu pazara Alevi olarak sürdüler ve karşılığını da aldılar, şimdi ‘göster bakalım meziyetlerini de görelim’ denileceğini pek ala bilirler. Bu aşamadan sonra onlara düşen, “inceden inceye hoşgörüden dem vurup, yer yer Alevi vatandaşlarımızın haklarını (sorsanız vatandaşlığın içeriğini de bilmezler ya), yer yer de Alevilerin tam da bu hakları ararken kendilerine yaşatılan acılarını görmezden gelip ‘aman durun yapmayın etmeyin, hükümetimiz, büyüklerimiz meseleyi çözecek’ diyerek” yine Alevilere had bildirmek olur. Çünkü Ankara’nın gözü kulağı, Alevileri ‘entegrasyon’ sürecine nasıl cansiperane şekilde dahil ettiklerini görmek için onların üzerindedir. Aslında bir kere bakla dillerinden çıkmıştır zaten: “Entegrasyon.” Peki, neye ve neden? Entegre edenin doğru olanı temsil ettiği düşünüldüğü için, entegre edilmesi başarılamayan da olsa olsa ya ‘sapkın’ ya da terör örgütlerinin elinde bir maşa olarak görülür. Şimdi siz bana tarihi mi konuştur diyorsunuz? Dönüp Kızılbaşların 16. yüzyıldan bugünlere değin maruz kaldıkları ithamlara bir bakın derim: “Mülhidler, zındıklar, sapkınlar, Şah’ın taraftarları…” Nasıl da bugüne benziyor değil mi? “Yılan yavrusu ağusuz olmaz” diye boşuna dememişler. Aynı şey o geleneği bugün miras olarak devam ettirenler için de geçerli.
Şimdi gelelim sonuca. Ya da kendisine cevap hakkı doğacak olan Cem Tekinoğlu’na bıraktığımız yerden başlaması için sorularıma! 2013 yılında üniversitenizde düzenlenen “2. Tunceli (Dersim) Sempozyumunda” bir oturumda moderatör olarak görev yapan rektör Durmuş Boztuğ’a tam da sizin bu şikayeti gerek gördüğünüz konuyu, yani “Fetullah Gülen’in Dersim Alevileri hakkında dile getirdiklerini” nasıl değerlendirdiğini sormuştum. Cevap olarak kelimesi kelimesine, “Ben eminim ki Fetullah Gülen Hoca Efendi Hazretleri böyle bir açıklamayı yaptıktan yarım saat sonra fikrini değiştirmiş” karşılığını aldım. Zira otumun kamera kayıtlarına baktığınız da bunu aynen bu şekilde olduğunu göreceksiniz. Yok eğer kayıtlar yoksa da bu konuda yeterince şahit sunabilirim. Neyse, sorularım şunlar;
Neden bugün ‘aniden’ bir şikâyet konusu olarak görüp, yani sizin her türlü niyetinizden bağımsız olarak, aleni bir şekilde nefret ve suç unsuru oluşturan bu hususa dair yıllar önce bir suç duyurusunda bulunmadınız?
Aynı eleştirilerinizi, Gülen’in bu sözlerini ‘yarım saatlik bir gaf’ olarak gören rektörünüz Durmuş Boztuğ’a karşı yapmayı da düşünüyor musunuz? Şayet düşünüyorsanız, bunu da kamuoyu huzurunda dile getirmenizi diliyorum. Yok, eğer düşünmüyorsanız, affınıza sığınarak yeniden soruyorum: “Bahçe kimin, siz kimdensiniz?”
Yalçın ÇAKMAK