Bese Hozat’ın, bir kısım ‘iyi’ Ermeni’yi ayrı tutarak, ‘kötü niyetlerine’ kanaat getirdiği Ermeni lobisine yönelik değerlendirmeleri... akabinde Öcalan’ın tansiyonu düşürücü mektubu ve Ayşe Kulin’in yapmış olduğu son açıklamalar! Hozat ve Öcalan’ın siyasi pozisyonuyla (ki bunu şekillendiren bir dizi etmeni de unutmadan) Kulin arasında bir benzerlik kurma arayışı ve niyeti içerisinde olmadığımı daha şimdiden belirtmem gerek.
Tüm bu örneklerin yanı sıra, geçmiş ile bugün ve kimbilir belki de bunca zamanın sonunda geleceğini de erteleyecek olan Türkiye’nin devraldığı ve devredeceği düşünce mirasını sergilemesi açısından, zamanında Fethullah Gülen’in Dersim Alevilerine yönelik dile getirdiği ‘nefret yüklü’ açıklamaları da zikretmemek olmaz! İlgilenenler, vaktiyle Radikal’de kaleme aldığım ‘Milliyetçiliğin altına doğru süpürülen Müslümanlık’ başlıklı yazıma bakabilirler. Çünkü Dersim, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devredilen devlet zihniyeti ve aynı zamanda bu zihniyetin şekillendirdiği toplumsal düşünceye Kızılbaş, Kürt ve Ermenilere vatanlık yapmasından ötürü, karşıt birçok özelliğiyle malzeme sunan tarihsel bir laboratuar işlevi görmüştür. Bir nevi, bu topraklarda egemenliğini sürdüren her iki devletin de tarihin belli dönemlerinde karşısına aldığı, Anadolu’nun ‘lanetlilerini’ barındıran bir ‘kesişim alanı’ oldu.
KABİLLERİN HABİLLERE ÖFKESİ
Dersim için durum sadece bundan da ibaret değil. Kızılbaş bir Kürt kimliğine sahip olan bölgenin, ekseri olarak Kızılbaşlığı üzerinden kendini var edip-üretmesi, yanı başındaki diğer Kürt(lük)lere karşı da yer yer muhalefet ettiği gerçeğini değiştirmemiştir. Öyle ki, 16. yüzyılda Osmanlı ile Safeviler arasındaki hâkimiyet mücadeleleri sonucu İdris-i Bitlisi önderliğinde meydana gelen Kızılbaş kıyımlarının kötü hatırasından ötürü, Şafi Kürtlere yönelik, kendisi açısından anlamlandırabileceğimiz bir şüpheyi her zaman içinde barındırmıştır. Bu nedenle, o dönemler için belirleyici bir öneme sahip olan inancın, her ikisi de Kürt olan bu topluluklar arasına ayrıştırıcı bir unsur olarak girdiğini söyleyebiliriz.
Devam eden yüzyıllar ve özellikle de Osmanlının Şafi Kürtler ile olan diyalogunun II. Abdülhamit (1876-1909) dönemindeki tepe noktasının, başından itibaren Osmanlı ile problemli bir ilişki içerisinde bulunan Kızılbaşların (özelde de Dersimlilerin) tedirginliğini perçinlemekte gözardı edilemeyecek bir önemi vardır. Şafi Kürtlerin, Abdülhamit’in İttihatçı kadro tarafından alaşağı edilmesine yönelik duymuş oldukları tepki ve onu ‘Kürtlerin babası’ olarak nitelendirmelerinin arkasında yatan esprinin, Osmanlı padişahı tarafından uygulanan ‘İslamcı’ politikayla yakın bir ilişkisinin olduğu şüphesiz (konuyla ilgili, Orhan Örs tarafından hazırlanan master tezine bakılabilir).
BİR ELMANIN İKİ YARISI: NEFRET VE YARDIMSEVERLİK
Bu dönem aynı zamanda, Ermenilere yönelik nefretin kıyımlarla şekillendiği bir zamana da tekabül eder. Başını, Abdülhamit tarafından Kürtlerden devşirilerek kurulan Hamidiye Alayları’nın çektiği ve aynı zamanda bir kısım yerli Kürt ahalinin de iştirak ettiği Ermeni kıyım ve pogromları sonucu (1894-96) binlerce Ermeni katledildi. İnanç birlikteliği ve saltana olan bağlılığın yarattığı bu ‘cinnet hâlinin’, 1915’te yapılan Ermeni Katliamı’nın bir ön provası olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda, aradaki süre boyunca da Ermenilere farklı mıntıkalarda bir dizi kıyım yapıldığını unutmamak gerek (örneğin Adana,1909). Bütün bu gelişmeler karşısında, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Dersim mıntıkasında yaşayan Kızılbaş Kürtlerin, tamamen farklı bir tutum takınıp, çevrelerindeki Ermenileri bu katliamdan kurtarmaya yönelik birtakım girişimlerde bulundukları görülür.
Devlet tarafından mobilize edilmenin yanı sıra, Ermeni varlıklarına yönelik oluşan servet hırsının da perçinlediği bu ‘Kürt işbirliğinin’, Cumhuriyeti kuracak olan kadro tarafından, Kürtleri milli mücadeleye kanalize etme hususunda da malzeme konusu edildiği görülür. Zira Kürtlerin, katliamlar sonucu Ermeni mülkleri üzerinde tesis ettikleri egemenlik, milli mücadelenin aktörlerince, onlarla işbirliği yapılmadığı takdirde kaybedilmesi an meselesi olacak bir ‘mal varlığı’ korkusunun da el altından besleyicisi olmuştur.
Doğu’da meydana gelen bütün bu hadiselerin, özellikle de Kızılbaş ve Ermeniler üzerinde travmatik birtakım sonuçlara neden olduğu şüphesiz. Ermenilerin 1915 ve öncesinde yaşadığı felaketler ve aynı şekilde Kızılbaşların, gerek 16. yüzyıl gerekse 1938’deki Dersim Katliamı’nda başına gelenlerin asıl sorumlusu olan devlet, gerçekleştirdiği bu canice cinayetlerinde örgütlü ve spontane hâldeki Kürtlerin bir kısmını (Dersim Katliamı hariç) ‘tetikçi’ olarak kullanmaktan geri durmamıştır. Burada aynı zamanda şu eklemeyi yapmakta fayda var: ‘Dersim’de meydana gelen 38 vahşetinin sorumlusu olan Kemalist iktidarın zihin dünyasını, kendinden önceki Osmanlı mirasından ayrı tutup, tek başına Cumhuriyet dönemiyle sınırlandırmak büyük bir eksiklik olur.’ Çünkü onlar, Dersim’i ilk defa tanımıyordu. Osmanlının Dersim’e gerçekleştirdiği sayısız seferin başarısızlığı ve Dersim Kızılbaşlarının Ermenilere sunduğu yardımseverlik, bilinçlerinin bir yerlerinde her daim biledikleri birer düşmanlık nedeniydi. Bundan kaynaklanan öfkenin de, tıpkı Ermenilere yapıldığı gibi Dersim’in de insansızlaştırılıp, yok edilmesiyle boşaltıldığı malum.
Yalçın ÇAKMAK