Geçtiğimiz yıl katıldığım bir çalıştayda Aleviler içerisinde peyda olan nefret söylemi üzerine konuşmuştum. Burada verdiğim örnekler daha çok Aleviler arasındaki Alevilik algı, tarif ve yaşayışlarını kategorize edip, muktedir olarak gördükleri devlet erkinden ziyade sırf farklılıklarından ötürü sosyal medya üzerinden birbirlerine yönelttikleri hakaretamiz beyan ve tartışmaların vahametine dayanıyordu.
“Alili-Alisiz" ve "İslam içi-dışı" gibi farklı yorumlardan ötürü tarafların birbirlerine yönelttikleri hakaretler arasında, amiyane tabiriyle kavgada dahi bir Alevinin Aleviye söylemekten imtina edeceği hitapların (Muaviye ve Yezidler, bunları içimize almayalım, teşhir edelim, dışlayalım vb.) büyük bir rahatlıkla boca edildiğini gözlemlemiştim. Tabi buna Alevilerin kendi aralarında denk gelmek benim açımdan büyük bir şaşkınlıktı. Nedeniyse kendi içinde zaten farklılıklarıyla var olan böylesine bir yolun “modern talip” ve “süreklerinin” giderek tek bir yorum üzerinden merkezileşmeye olan teşneliklerinden kaynaklanmaktaydı.
Şimdiye kadar hep dili geçmiş zamanlı cümleler kurmam anlattıklarımın geçmişte olup-bittiği anlamına gelmesin. Öyle olmadığı için bu yazıyı yazma gerekliliği hâsıl oldu. Zira buraya kadar sunduğum tüm örnekler günümüzde hala tüm çıplaklığıyla geçerli. O halde tarih boyunca büyük katliam, baskı ve asimilasyonlara maruz kalmalarına rağmen yakın bir tarihe değin bu denli büyük bir "dağılma" yaşamayan Alevilerin bu tarih süresince öteki olarak gördükleri siyasal erktense (ve elbette ki onun dini tercihi olarak Sünniliğe) kendi içlerinde "düşmanlaştırıcı" bir ayrışmaya gitmeleri neden kaynaklanıyor? Diğer bir ifadeyle, geleneksel Aleviliğin "yol bir, sürek binbir" ifadesi de aşınmaya yüz tutmuş geleneklerle birlikte yok olmaya mı gidiyor? Bunun arkasında Alevilerin artık tek bir merkezden yönetilme, idare edilme gibi adına her ne derseniz deyin temsil edilme istekleri mi saklı?
Tam da bu minvalde son sorudan hareketle insan burada, başından itibaren siyasal iktidarın dilinden Alevilere dair dökülen "bir tek değiller ki, hangisini muhatap alalım" ifadesinin bir etkisinin olup-olmadığını düşünmüyor değil! Bütün soruları toparlayarak soracak olursak: Bazı Aleviler kendi içlerindeki "diğerlerine" karşı iktidara öykünerek muktedir mi olmak istiyor? Çünkü en nihayetinde belirli bir sistematikle hareket etmezseniz karşı olduğunuz şeye benzersiniz! Bu insan için de toplumlar için de geçerli bir kaide. Yani demem o ki bu Aleviler modern dünyanın koşulları içerisinde "mağduriyet söylemi üzerinden kendi içlerindeki bir kesime karşı güç istencine mi” sahip ya da güç mü devşirmek istiyorlar?
Diğer bir ifadeyle, Hegel'in efendi-köle diyalektiğinde formüle ettiği gibi günümüz Alevilerinde de eşitsizliğin ortadan kalkmasındansa efendisi gibi olmak isteyen "kölenin" bilinçaltına benzer bir refleks mi gelişti-gelişiyor? Bütün bu soruları ne mutlak bir nazarla ne de tamamen Alevilerin hepsini zan altında bırakmak için sormadığımı özellikle belirmek isterim. Ama gözlemlerim Aleviler içinde bu yönde giderek büyük bir kayma ve kırılmanın yaşandığını göstermekte. Yani Miraç sonrası kapılarını çalan Hz. Muhammed’i sırf peygamberliğini –ve batıni manada benliğini- dile getirdiği için geri çeviren Kırkların verdiği mesaj bugün çoktan aşınmış bulunmakta!
Şu bir gerçek ki günümüzde sıradan bir Alevi için kimliğini tarifte esas belirleyici, geleneksel Aleviliği ne kadar yaşayıp-yaşamadığından ziyade "Sünni olmamak" yani Sünniye atfettiği anlam ve pratikleri yerine getirmemektir. Gerçi bazı Alevilerin Sünnilikle özdeşleştirilen bazı pratikleri günümüzde yerine getirdikleri de bilinmiyor değil. Bu da neden ve gerekçelerinden bağımsız olarak onların kendilerince yorumladıkları Alevi kimlikleriyle alakalı bir durum.
Hasılıkelam günümüzde Aleviler için Aleviliğin tanımı bir nevi “Sünni olmamakla” eşdeğer. Öyle ki tarih içerisinde kendi kırsalı ve ekolojisi içerisinde yaşayan her bir geleneksel Kızılbaş-Alevinin tarifinde “Sünni olmamanın” bu denli belirleyici olmadığını düşünüyorum. Zira onun dünyası, ötekisi olan Sünni ile bu denli bir temas içerisinde olmadığı için farklı bir tarifi beraberinde getiriyordu. Bu tarif aynı zamanda ortak inanç ve uygulamalar kadar adlandırma ve farklılıklarıyla Kızılbaş-Alevi topluluklarının bizzat kendi içerisinde de geçerliydi.
Diğer yandan modern dünyada –ve özellikle de Türkiye’de- Alevilerce cemevlerine gösterilen rağbetin şehirlerde (-ki artık kırsalda da) topluluğun biraradalığıyla beraber inanç ve pratiklerini yerine getirmek kadar Sünniliğe karşı örnek bir ibadet mekânı sunmak ve üretmekle de yakın bir ilişkisi söz konusu. Bir nevi “sizin caminiz varsa bizim de cemevimiz var” der gibi. Elbette ki bu tek etken değil ama modern Alevilik ve şekillendirdiği insanının bilinçaltında bunların da yer aldığını unutmamalıyız. Hele ki büyük bir kimlik hercümerci içerisinde yaşıyorsak! Ya da Aleviliklerinden ötürü birileri hala büyük bir ayrımcılığa maruz kalıyor ya da öyle olduğunu düşünüyorsa. Dolayısıyla bir alıntı ile iktibas edecek olursak "insanın neresine vurursanız kimliği orası oluyor."
Buraya değin dile getirdiklerim Alevilerin 1950’lerden günümüze değin modern Türkiye yaşamı ve şehirleşmeleriyle birlikte yaşadıkları değişim ve dönüşümle alakalı. Tabi bu başlangıç yılları aynı zamanda Sünnilerle ilk toplu temaslar açısından da önemli. 1960’ların sonu ve 70’lerin başından itibaren Türkiye Solu ile olan yakınlaşmanın Alevi kimliğinin inşası ve tarihsel referanslarında bir “yeniden inşayı” beraberinde getirdiğini söyleyebiliriz. Devamında, 1990'lı yıllarda ise Alevilerde toplu ve giderek de merkezi bir ortaklıkla hak taleplerinin dile getirildiğini gördük.
Bu yıllar aynı zamanda Türkiye siyasetindeki aktörlerin Alevilerle olan temaslarının da artmaya başladığı bir döneme tekabül ediyor. Nasıl ki sol ile olan yakınlaşma 60 ve 70’li yıllarda Aleviler içerisinde bir yeniden organizasyon ve “tarih algısı” yarattıysa, 90’larda da giderek görünürleşen ve yükselişe geçen Alevi kimliğinden ötürü Alevilere dair farklı kulvarlardan projeler üretildi. Burada esas itibarıyla Alevilik içerisine zerk edilen milliyetçi yaklaşımların büyük bir etkisi var. İşte bugün Aleviler cephesinde yaşadığımız bir takım kırılmaların etkileri de esas itibarıyla buradan kaynaklanıyor. Yoksa geleneksel Aleviliğin hiçbir kaynağında bugün anlatıldığı ve romantize edildiği gibi ne Türkçü ne de Kürtçü bir milliyetçilik vardır. Öyle ki “yol ve sürek farklılığı” tam da Kızılbaş-Alevilerin sorun edilmeyen bu çeşitliliklerine dayanıyordu.
Bir Kızılbaş-Alevi dedesinin Türkçe bilmeyen Kırmanc ya da Kurmanc talipleri olduğu gibi bunların hiçbirini bilmeyen Türk talipleri de vardı ve dede bütün bu farklılıklara hep birlikte hitap edebiliyordu. Bu durum aynı şekilde talipler açısından da bir sorun teşkil etmezdi. Çünkü konuşulan dilden ziyade esas belirleyici olan çimento, bizzat inancın kendisiydi.
Durum böyle olmasına rağmen günümüzün bir diğer özelliği de bir kısım Alevinin siyasal iktidar ile olan temasları üzerinden farklı bir dil ve geçmiş inşasını beraberinde getirmeleridir. Bir nevi karşı durdukları, mücadele ettikleri şeye benzeme hali! Yani tarih tahayyülleri ve inancın bel kemiğini oluşturan figürlere yüklenen anlamın giderek Sünni anlatı ile ortaklaştırılma hali ve amacı söz konusu. Bunun başında da Hz. Ali merkezli anlatılar geliyor.
Aleviler açısından bir diğer tartışma konusu da Fetullahçıların “hoşgörü” söylemi üzerinden uygulamaya koydukları cami-cemevi projesinin asimilasyoncu niyetlerine maruz kalmalarıdır. “Hoşgörü tekelini” eline alarak eşitsiz bir denklem üzerinden sözde bir arada yaşamı savunan bu çetenin asıl niyetinin Alevileri asimile etmek olduğu gün gibi ortadayken, o zamanın bazı Alevileri ve kurumları ne yazık ki bunun farkında olmadan (ya da olarak!) söz konusu projeyi bir nevi ayakta alkışladı. Ama durum o vakit sadece bununla sınırlı kalmadı ve Aleviler içerisinde zaten hâlihazırda var olan anlaşmazlıklar giderek derinleştirilip, gün yüzüne çıkarıldı. Bu da Alevinin Aleviye beslediği bir öfkeyi beraberinde getirdi ya da hali hazırdakini arttırdı.
Yazının başında da dile getirdiğim gibi bugün Aleviler içerisinde giderek şiddetlenen tartışmaların bir ayağı da buralara uzanıyor. Dolayısıyla Alevilerin bütün bu unsur ve müdahaleleri yeniden göz önünde bulundurarak kabul etmedikleri bütün Alevilik yorumlarına değin kendi içlerindeki farklılıklarla ortak bir yaşamı savunmaları elzem. Yoksa Zülfikar’ın dile gelerek Ali’ye seslendiği “öldürmekten bıkmadın mı, biraz da otur konuş!” hikmetinin batıni bir manası kalmaz. Öyle ki bu kılıcın çatallaşma öyküsünün de bize anlattığı çok şey var!
Bir sonraki yazıda Hz. Ali üzerine söyleşeceğiz. Muhabbetle…