Gezi Parkı olaylarıyla birlikte, yıllardır rehavet içerisinde olan ve demokrasinin ‘parlamenter vitrininde’ bir türlü temsiliyet imkânı bulamayan önemli bir toplumsal kesimin muhalefet gücüne tanıklık ettik. Yanısıra, iktidar ve karşısındaki muhalefetin geliştirmiş olduğu uygulama ve söylemlere yansıyan değişiklikleri de değerlendirme imkânına kavuşmuş bulunmaktayız. Burada belki de ilk söylenecek şey, Sol açısından da ezber bozucu birçok gelişmenin yaşanmış olduğudur. Sol’un bugüne değin, sosyalizm eksenli geliştirdiği ‘kurtuluş teolojisinde’ birer ‘ruhban sınıfı kastı’ oluşturarak toplum için fakat topluma rağmen öykündüğü mühendisliğin de iflasın eşiğine geldiği görüldü. Ayrıca, çoğu zaman diğerlerini ‘sarılıkla’ itham eden birçok sendikanın da ateşli bir ‘sarıhumma nöbetine’ yakalandığı gözlendi.

Bu bir yana, Gezi direnişiyle birlikte iktidar temsilcisi AKP ve destekçilerinin de yıllardan beridir bilinçaltlarında sakladıkları birçok maraz gün yüzüne çıktı. Bu nedenledir ki ilerleyen satırlarda, esas olarak AKP ve siyasal İslamcıların bu hâl-i pür melali üzerine bir tartışma yürütmeye öncelik vereceğiz.

 

 

Erdoğan’ın kibri

 

Meydana gelen protestoları faiz lobisinin gerçekleştirdiği bir tertip olarak değerlendiren Başbakan, bunu başından itibaren takınmış olduğu taviz vermez kibriyle, dökülen benzine kibrit çakan ‘başarılı bir lider’ olduğunu göstererek ispatladı. O bunları yaparken, mağduriyet korosunun demokrat maskeli diğer omuzdaşları da, hep bir ağızdan tutturdukları “Başbakan’ı yedirmeyiz” şarkısıyla, geleceğin meclisinde kapacakları koltuklar için ‘AKP yeteneğini arıyor yarışmasında’ canhıraş bir ikbal yarışına tutulmuş bulunmakta. Gerek Erdoğan gerekse kendi gibi düşünenlerce sarf edilen sözler, bırakınız somut bir karşılığa tekabül etmeyi, idrak sınırlarından dahi yoksun olmasına rağmen ‘İslamcı camianın değer yargılarını kışkırtan provokatif bir dile uyarlanarak, onlara karşı yönelmiş bir tehlike’ olarak sunulmaktadır.

 

Burada bir parantez açarak, Erdoğan’ın sandığa endekslediği ‘demokrasi fantezisinin’, onun temsiliyetine soyunduğu halkın geleceği için ileride ne denli büyük bir tehlikeyi barındırdığını da eklemek gerekiyor. Bu mantığa göre, çoğunluğun oyunu aldığı için kendine oy vermeyen halkın yaşamı üzerinde gerçekleştirilmiş bulunulan her türlü tasarrufun dayanağı olarak, sandık demokrasisi gösterilmektedir; ki, sandığa mahkûm edilen bu demokrasinin de, esas itibarı ile doğa yasalarındaki gibi, güçlünün güzsüzü alt ettiği vahşet kanunlarından öte bir anlamının olmadığı görülecektir. Böylelikle Erdoğan’ın, olur da ‘bir gün sandıktan tavşan çıkarıp’ yeniden mütedeyyin kesimin başına tüneyecekler için şimdiden içtihat kapısını araladığını söyleyebiliriz! Diğer türlü ifade edecek olursak, “oyu alan düdüğü çalacaktır!”.

 

 

Güç istenci

 

Bugün AKP, üzerinden yükseldiği toplumsal kesimin (Başbakan’ın tabiriyle zor zaptedilen yüzde 50) mağduriyetlerini kullanıp, adeta bir ‘gönüllü kulluk ordusu’ olarak muamele ettiği bu tabanın teveccühleri sayesinde, kontrollü bir gerilim siyaseti izlemektedir. Hiç şüphesiz ki böylesine bir politika gütmesinin, karşısında etkin bir muhalefetin sözkonusu olmamasıyla da yakın bir ilişkisi vardır. Başbakan kendi tabanından aldığı destek ve iktidar olmanın verdiği güç ile kedinin fareyle oynadığı gibi Türkiye halkının her türlü yaşamı üzerinde söz söyleme hakkını ne yazık ki kendinde bulmakta. Bunu yaparken de tamamen otoriter bir dil kullanarak, padişahlar misali herkesi ‘benim’ olarak nitelendirip, kendi reayası olarak görmektedir.

 

AKP’nin bu politik hünerlerini yansıtan manidar örneklerin başındaysa, Başbakan’ın “one minute” çıkışıyla tavan yaptığı İsrail benzeri, ‘mazlumiyeti’ etkin bir propaganda malzemesi olarak kullanması gelmekte. Keza Erdoğan da İsrail gibi yaptıklarını meşrulaştırırken, geçmişte maruz kalınan haksızlıklardan beslenip ‘mazlumiyetten güç devşirici’ pragmatist bir siyaset izlemektedir.

 

 

Baki kalan Alevi düşmanlığı

 

Geçen süre içerisinde, özellikle bazı AKP’liler tarafından sosyal medyada, dizginlerinden boşalmış bir dille, meydana gelen protestoların arkasındaki itici güçlerden biri olarak Alevilerin gösterilip, hedef hâline getirildiği görüldü. Bu vesileyle, başlangıcından itibaren Alevilere yönelik göstermelik bir ‘sevgi takiyesine bürünen’ bu iktidarın, esas olarak Alevilere karşı nasıl da hasmane bir tavır içerisinde olduğu gün yüzüne çıktı. Buna rağmen AKP’nin, tekrardan bir açılımla, Aleviler içerisinde yeni bir ‘veresiye ticarete’ soyunduğuna da tanıklık ediyoruz. En azından şimdilik bu dalganın, Alevileri köklerinden koparıp, Sünni İslam’a entegre etmenin ince metotlarıyla işlendiğini not düşmekte fayda var.

 

Bu da yetmezmiş gibi başbakan, 2 Temmuz 2013 tarihli grup toplantısında diline doladığı Kılıçdaroğlu’nun kimliğine bir kez daha vurgu yaparak onu “cellâdına yaranmak isteyen, cellâdına yaranmak ve zencilikten beyazlığa geçebilmek için her çirkinliği meşru, mubah gören bir genel başkan” olarak nitelendirdi. En azından Erdoğan’ın, sarf ettiği bu sözlere karşılık şunu bilmesinde fayda var: ‘Kabahat Kılıçdaroğlu’nun olduğu kadar, aynı zamanda gönül verdiği bu devletin başında bulunan kendisi için de geçerlidir!’ Neden bir genel başkan Türkiye’de Alevi olduğunu rahatlıkla söyleyemez ve neden bir mendil her defasında kanatılır Sayın Başbakan?

 

 

Millet-inanç birlikteliği

 

Erdoğan’ın milletten kastıysa, Anayasa’nın tartışmalı 66. maddesinde belirtilenden öte bir anlama tekabül etmekte. Anlaşıldığı kadarıyla, adı geçen maddede yer alan “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” ibaresindeki millet vurgusu, Başbakan tarafından şu şekilde idrak edilmektedir: ‘Türk Devletine Sünni-Hanefi İslam kaidesiyle bağlı olan herkes millettir!’ Bunun da tarihsel bir izdüşümle, Osmanlı’daki gibi İslam eksenli gelişen millet tarifine bire bir tekabül ettiği söylenebilir. Zira Osmanlı’da bunun, “din ü devlet, mülk ü millet” olarak ifade edilip, milletten kastın ise din olduğu malumdur. Aynı şekilde Başbakan da milleti, İslam anlayışına sahip bir tasavvur olarak değerlendirip, bunun dışındakileri ötekileştirmekte bir beis görmemektedir.

 

Buna rağmen kendisi, İslam dışındaki bütün öteki kimliklerin yok edilmesinden ziyade, onları, kendi kontrollerinde geliştirdikleri gerilim siyaseti için ‘pastörize edilmiş bir muhalefet’ aracı olarak ‘kullanmayı’ daha tercih edilir bulmakta. Yer yer bu farklılıkları ‘İslamcı tabana karşı yönelen bir korkuluk’ olarak sunup mütedeyyinleri onlardan kurtaracak kahraman olarak da kendini sahneye atmaktadır. Üstelik de rolünü, ‘laik ve demokrat’ olduğu iddia edilen bir devletin yöneticisi olmaktan ziyade, vatandaşlar arasında apaçık ayrıma giden, yanlı bir başbakan olduğunu kabul etmeyecek denli acemice oynuyor!

 

 

Hatırlatma notu: Bu vesileyle de Başbakan’ın, iyi bir Kemal Sunal izleyicisi olduğunu öğrenmiş olduk. Baksanıza, her başı sıkıştığında “bana mazlumu getirin” diye siyasete seslenmekte!

Yalçın ÇAKMAK