Zaman içimize sığmadan, okşayarak geçiyor tenimizi.Yanağımıza konan bir buse gibi.Ya da öbür tarafa sarkan yanımız gibi,erken ve gizemli.Zaman denilen uçsuzlukta sağa sola savrulurken, kimimiz de tutunduğumuz yerden içtik ayrılığın acısını. Belki arkamızda etkin suskunluklar bırakmadık ama duyguların kirleniyor olması masum acılarımıza batıyor. Tedirginleşiyoruz, üzülüyoruz ve yaşadığımız sorunlar içerisinde tükenen ömrümüzü mutlu bir güne yerleştirmenin telaşıyla eritiyoruz günlerimizi.
Zaman kimi için kuşatılmışlıkların bileşkesidir. Kimi için adressiz yolculuklarda tükenmektir. Veya bütün güzellikleri zamana gizleyerek göçe hazırlanmaktır. Belki de savaş naralarının kuşatılmışlığında Dersim’de bahar alınganlığıyla yaşamaktır. Ya da bir Ağustos ayında kırk gözelerde kana kana su içmektir. Susuzluktan çatlamış toprak kadar suya hasretken. Bilemem, önümüzdeki yolun telaşı da olabilir kimi için. Yağmalanan bir geçmişin, sokakta dilenen, ölen, öldürülen çocukların veya unuttuklarımızın öyküsü ya da hasreti avaz avaz bağıran sevdalının şiiri de olabilir zaman.
Şimdi zaman Dersim’de bahardır. Yavaş yavaş yaza süzülürken mevsim, yürekler gün ışığıyla yoğrulmuş bir çiçeğin canlılığını taşıyor orada. Karanfiller yeşeriyor yüreklerde. Oysa bizler uzaklarda ve kentin kalabalıklarında o güzellikleri sadece rüyalarımıza konuk ediyor ve avunuyoruz. Bu şehrin yara bağlayan ilişkilerinin kabuğunu yine yıkılan bir ortamında yorumluyoruz. Çaresizlikten mi, ya da gömlek mi değiştiriyoruz bir sevgiyi çoğaltamamanın yorgunluğunda belli değil. Telaşlıyız, aceleciyiz ve tedirginiz. Zamana rehin bıraktığımız aşkların korkusudur belki de.Veya bir çığlıktır rengimize sinen korkuya inat. Ama ne de olsa yüreğimizde tazelenen tortusuz sevgilerin haykırışlarıyla karşılayacak zaman bizi. Avucunda sevda sıcaklığı taşıyanların el ele tutuşması gibi.
Dersim sevdadır bu mevsimde. Öyle ki hasreti yol yol olmuş gözümde. İki kaş arası kadar uzak da olsa, hala orada yaşadığım mutluluklara yaslanıyorum. Bilmem bilir misiniz? Uzakların bir anlamda çaresizlik olduğunu, elini uzattığında bir karanfil gibi kırıldığını umutların. Çünkü ellerin boşlukta kalır, yol uzar muhtaç gönlüne doğru. Yığılmış yalnızlıklar içinde bir anlamda bu kente sığınmış bir firariyim. Sadece anlatıcısıyım göçüp giden çocukluğum canlanırken gözlerimde.
Şimdi oralarda gökyüzünün maviliği bir çiçek gibi düşüyor yüreklere. Dağlarında ılık rüzgarlar öper tomurcuklanan her ağacı. Yeşeren her çiçek okşanmak ister rüzgara. Ormanlarında kuş sesleri öpüşüyor bahar kokusuyla. Ve yağmur çoktan aktı mert yüzlerden aşağı. Bense bu insan denizinde yalnızlığımı seriyorum şehrin serinliğine. Ve hala o toprakların yüzümüzdeki masumluğunun izlerini silmemecesine ömrümüzü zamanın ocağında eritiyoruz. Veya yüreklerimizi ayrılıklara armağan ederek zamana yolcu ediyoruz.
Anlatmak, sessizliğin rengini, burkulan yüreklerin özlemini, uçurum kenarlarının korkusunu anlatmak. Veya sürgüne yaslanmış bir yaşamın telaşını, aradığımız güneşin sıcaklığını, ya da annesinin kucağında yoksulluğu yüklenmiş bir çocuğun bakışlarını anlatmak. Kısaca hayatın bize bakan yanı bu. Bir yolculuk, bir evirilmedir zamana. Bir oyun, bir vardı bir yoktu, yani yazılmayan veya yazılmayacak bir öykünün kahramanlarıyız.
Yine de özlemlerimizle beraber yanılgılarımız bir sancı gibi göğsümüze çökmeli ki; gülüşlerimiz bu coğrafyada boğulmasın. Güzellikler adına ne varsa, hepsini umutlarımıza katarak yol etmeliyiz kendimize. Talan edilen günlerin yorgunluğunda da olsak, barışa uçan kuşlarımız olmalı. Kollarımız kalkmalı, başlarımız gömülü gövdemizden çıkarak dikleşmeli, umutlar paylaşılmalıdır.
Hüseyin KAYA