Sonbaharın belki de en sıcak son güneşli günü olmalıydı. Güneş, mevsimin parlak ışıkları ile doğayı bin bir renge boyamış, ısıtmıştı. Dökülen yapraklar sokakları, bir ressamın fırçasından çıkmış, renklere boyamıştı.
   Seyit RIZA Parkı, bütün renklerin bir araya geldiği, buluştuğu, sergilendiği, bir panayır yeri gibiydi.
   Sonbaharın yakmayan ısıtan güneşinden payını almak isteyenler, oradaydılar. Gençler, yaşlılar, Seyit RIZA’NIN etrafını sarmış. Adeta onunla bir şeyler paylaşıyorlardı. O anları ölümsüzleştirmek için ellerindeki telefonları ile selfie çekiyorlardı. Seyit RIZA’NIN arkasında, akan Munzur’un sesi uzaklardan gelen bir ezginin sesi gibiydi. Parkın kenarındaki kahvenin kürsülerinde oturmuş, çaylarını yudumlayanlar, güneşin tadını çıkarıyor, sohbet ediyorlardı. Aşağıladığımız parkın sevimli müdavimleri oradaydılar. Çimenlere yayılmış, güneşin sıcaklığında gece dalamadıkları uykuya dalmışlardı.
   Parkın kenarına seyyar kuruyemiş tezgâhını kurmuş, engelli BÜLENTİN kavurduğu kestanelerin etrafa yayılan kokusu, Bülent’e müşteri çağırıyordu. “Siftah senden, bereket azimden” deyip kavrulmuş kestaneleri kese kâğıdına koyarken, yüzüne baktığımı görünce,  “Bakma öyle hocam, azim her şeyin her başarının, sırrıdır. Tetikleyenidir” dedi. Tezgâhın üstünde BİLİM ÜTOPYA Dergisi gözüme ilişti. “Sen mi okuyorsun” dedim. Başını, sallayarak, “evet” dedi. “Başka okuduğun kitaplar Var mı” dedim. Yüzüme bakarak, “Eskiden çok okurdum. Dünya klasiklerine meraklıydım. Çoğunu okudum. Hatta yazmaya bile kalktım. Şimdi, bilginin açlığını çekiyorum. Bilimsel yayınları daha çok okuyorum” dedi. Eline aldığı, temizlik malzemeleri ile çevreyi temizlemeye başladı. “Nerdeyse parkı bile temizleyeceksin” dedim. Elindekilere yaslanarak,  “Her türlü kirliği, çevre kirliliğini, insan kirliliğini, sevmiyorum. Fırsat buldukça çevremi sürekli temiz tutmak istiyorum” dedi. Ailesinin yoksulluğundan dolayı ancak ortaokulu okuyabildiğini, söyleyen BÜLENT, mangalın üstündeki kestaneleri karıştırmaya devam ederken biz güneşli günün şenlendirdiği sokaklara yöneldik.
   Güneşin bütün gün boyunca aydınlatmadığı, ısıtmadığı yere ayakkabı boya kutusunu koymuş şehrin renkli yüzlerinden bayan ayakkabı boyacısı, soğuktan olacak büzülmüş, gelip geçenlerin ayakkabılarına bakıyordu. “Ne haber gazeteci” diye seslenince el salladım. “Neler olduğunu sen de görüyorsun” dedim.
   Sokaklar kalabalıktı. Gençlerden oluşan kalabalıkta, hareketlilik, koşturmalar yaşanıyordu. Köşe başında güneşe karşı oturmuş, çevreyi seyreden vatandaştan sordum. “KPSS dedikleri sınav varmış. Ondan” dedi. Gülerek ekledi. “Bu sınavda ağızlarından kuşta kapsalar. Kimlerin alınacağının önceden belirlendiği mülakat oldukça, sınav boşuna” dedi. Bana söyleyeceğim bir şey bırakmamıştı.
    HERGELEN MEYDANI, güneşin sıcaklığında her zaman ki gibi volta atanlarla doluydu. Hararetli tartışmaların konusu belediye olacak ki dönüp, dönüp belediyeye bakıyorlardı. Belediyenin önünden, bahçesinden her zaman gittiğimiz ÇARDAK Lokantasına gitmek için yöneldim. ZAFER seslendi. “Orası kapatıldı. Gidemezsin Hocam.” Baktım. Kapatmışlar. Şerit germişler.  Döndüm, belediyeye baktım. Halkın iradesi ile seçilmiş halka açık olması gereken bir belediyeyi düşündüm. Yüzyıla yakın bir süredir, demokrasi ile yönetilmiş ülkem adına hayıflandım. Üzüldüm.
    Hafta sonuydu, Atatürk mahallesinde kurulan pazar yerinde şenlik olmalıydı. Karadeniz’den taze balıklara gelmiş olmalıydı.
   Pazarda büyük bir yoğunluk vardı. Buna rağmen başka yerlerde başka zamanlarda gördüğümüz bağrışmalar, çağrışmalar yoktu. Pazar, hemen her türlü ürünün bulunacağı bir market gibiydi. Yoğun ilgi gören pazar, aynı zamanda bir organik ürünlerin sergilendiği köylü pazarın kendisiydi. Yetiştirdiği sebzeyi, meyveyi pazarlayan köylüler, pazarın renkleriydi. Şalvarlı ablalar, orada ürünlerin başındaydılar. Dar gelirliler için ucuzluk pazarı olmalıydı. Üstelik sebzeler, meyveler, hemen hepsi organik ürünlerdi. Üç tane bal kabağının, on tane ayvasının, narının, yumurtasının başında müşteri bekleyenler, oradaydı. Kışlık kuru sebzeler, salamuralar, kurutulmuş meyveler alıcı bekliyorlardı.
    Karadeniz’den gelen, balık almaya gelen herkese, ENİŞTE diyen balıkçı, bu yıl bollaşan ucuzlamış palamudu, çinakopu, sarıkanadı, lüferi, pazarlamanın yoğunluğunu, keyfini, yaşıyordu.
   Atatürk Mahallesine, canlılık getiren, köylüyü, organik üretime, teşvik eden, dar gelirlilerin alım gücü, pazarı olan, KÖYLÜ PAZARI, şehrin önemli bir buluşma mekânı olmuştu.
   KÖYLÜ PAZARI, Şehre nefes aldıran, önemli buluşma mekânı olan, GOLE ÇETU’NUN, hemen her mahallede, çocuklar, büyükler, için hizmete sokulan, parkların, Atatürk Mahallesinin akciğerleri sayılan büyük parkın, kurucusu, EDİBE Başkanın, en hayırlı, en yararlı, projelerinden biri olmalıydı.
   KÖYLÜ PAZARINA her gittiğimde EDİBE BAŞKANA, uzaktan gülümseyerek el sallarım.
   Sonbaharın son günlerinde, güneşin ısıttığı sokaklar, sıcaktı.