Hatırlarsanız, Başbakan 2010 yılında Çorum’da yaptığı bir konuşmada, “Yargıdaki atamaları dedeler yapıyor, yargıyı dedeler yönetiyor” demişti. O zamanlar bunları söylemesinin, onun ve hitap ettiği toplumsal kesim arasındaki alışverişte şüphe götürmez bir karşılığı vardı. Çünkü bu sözler, boş yere havaya savrulan lakırdılar olmaktan ziyade, sayılı günleri kalan “Anayasa Referandumu”na EVET yönünde oy devşirmek adına, Alevi düşmanlığında sınır tanımayanların o bitmek tükenmek bilmeyen nefretlerinin beslendiği ‘bam teline’ dokunmak için, bilerek bestelenmişti. Öyle ki, katıldığı bir televizyon programında konuşan sağ geleneğin tanınmış simalarından biri de, Başbakan’ın bu nefret yüklü sözlerinin nakşedildiği bayrağı kaptığı gibi, mealen şu sözlere yer veriyordu: “Yargıdaki TES (Tunceli, Erzincan, Sivas) modelinin bitmesi için EVET diyeceğim, çünkü biz zamanında bunlardan çok çektik.” Gerek Başbakan’ın, gerekse de ismi saklı bu gizli ‘kahramanın’ kastettiği dedeler ve TES’çilerin kim olduğu malum: ALEVİLER!
Türkiye tarihi ve Alevilerin yüzyıllardır çektiği çileyi bilmeyen bir yabancı için, bu sözlerde bir hikmet değerinin aranmaması anormal olur. Sanırsınız ki Aleviler, güllük-gülistanlık bir ülkede yaşamakla kalmayıp, başından beri bu bahçenin bahçıvanlığını da üstlenmişlerdir. Hatta bundan, kendileri ‘güllere’ takıntılı oldukları için, bugüne değin, bahçedeki diğer çiçeklere yaşama şansı tanımamışlar anlamını da çıkarabiliriz! Oysaki onlar değil miydi, ölümlerden ölüm beğendirilip, “bu kaçıncı ölmemdir hain” diye darağaçları, zindanlar, işkencehaneler, Maraşlar, Çorumlar, Sivaslar ve Dersimlerde katledilenler! Lafın kısası, Alevilere saldırmaktan bir an olsun geri durmayanlarda eğer şuncacık bir ar-edep duygusu varsa, dönüp şu ülkenin kanlı tarihine zahmet buyurmadan bir baksınlar derim. Kusura bakmayın ama ‘Alevileri cellâtlarına âşık bıraktıracak kadar çaresizliğe terk ettirmek de, her şeyden önce sizin eseriniz olmuştur!’ Ve elbet bir gün Alevilerin de, hem ‘sizin yalan ve dolanlarınızın’ olmadığı, hem de Kürtlerin 40 yıllık mücadeleleri sonucu elde ettiği kazanımlara rağmen, onların yüzyıllardır bunu neden elde edemediklerinin farkına varıp; gerek kendilerini onlara ‘âşık’ bıraktıranlara, gerekse bunların sinsi ve ikiyüzlü takipçilerine hesap soracağı günler gelecektir.
Gelelim yukarıda anlattıklarımı da kapsayan bir diğer konuya. Hani Başbakan ve zamanında ona omuz verenlerin de dillendirdikleri gibi ‘yargının Alevilerin kontrolünde’ olduğu mevzu ile, öncesi ve sonrasında buna karşı alınan önlemlere! Mesele bu olunca, sözkonusu bu ‘haksız kontrolü’ sağlayanların (Aleviler ve diğerleri) ayıklanmasına dair yapılan asıl bu ‘haksızlıkların’ bir kaçına değinmemek olmaz. Şimdi sizi, kendileriyle bizzat görüştüğüm ve benzer mağduriyetlere muhatap kılınmış iki hukukçunun kısa hikâyeleriyle baş başa bırakıyorum.
TUNCELİLİ MAHİRLERİN HÂKİM- SAVCI OLMAK NEYİNE!
Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitiren Mahir Demir’in, girdiği hâkimlik ve savcılık sınavlarının yazılısını üç defa kazanmasına rağmen, sözlü sınavlarda elenmesine neden olan sorulara bakınca, insanın hem Tuncelili hem de isminin neden Mahir olmaması gerektiğini de bir çırpıda anlamış oluyoruz: “Bilgisayarda kaç virüs var, ilk sesli Türk Filmi ne zaman çekildi!”
Mahir, bu ülkede hukukçuların bile artık güveninin kalmadığı hukuk sistemine olan inancını henüz yitirmiş olmamalı ki, sonunda çareyi ‘acaba hakkımda bir fişleme mi var’ şüphesiyle Bilgi Edinme Hakkı Kanunu çerçevesinde İçişleri Bakanlığı’na başvurmakta buldu. Bakanlığın, dönemin Emniyet Genel Müdürü İstihbarat Daire Başkanı’nın imzasını taşıyan gizli ibareli yazısında “Şahıs ile ilgili öğrencilik döneminde örgütsel eylemlere iştirak ettiği yönünde duyumlar alınmış, ancak alınan duyumlar teyit edilmemiş ve başka bir arşiv kaydına rastlanmamıştır” cevabıyla karşı karşıya kaldı (Radikal, 14 Mart 2010). Sonunda da Mahir, devletin asılsız duyumlar üzerine kurulu istihbarat raporları sayesinde hayallerinden vazgeçip, Alevi ve Solcu olmasının diyetini, bu sınavlara bir daha başvurmayarak ödemekte buldu!
MAKBUL KÜRT OLAMAMAK
Mahir’in başına gelenlerin bir benzerini de yakın bir zamana kadar Halil Atlı yaşadı. Kendisi Diyarbakırlı bir Kürt olan ve halihazırda bir kamu kurumunda avukatlık görevini sürdüren Atlı, girdiği bu yazılı sınavların sekizini de kazanmasına rağmen her defasında mülakatlarda elendi. Üstelik bu sınavların birinde Türkiye 5’incisi, diğerinde de 17’cisi olmasına rağmen! (Zaman, 25 Ocak 2014). Mülakatlarda ona yöneltilen sorulara da bakınca, insan ‘Kim Milyoner Olmak İster’ yarışmasının finalinde olduğunu düşünmeden edemiyor: “Künde sanatını anlatınız, Noel Baba’nın yaşadığı antik kent neresi, Pritzker Mimarlık ödülünü alan ilk kadın mimar kimdir?”
Şimdi, hâkim ve savcı olmak için ‘olmazsa olmaz bilgiler’ muhteva eden bu sorulara cevap veremeyenlere mi yanalım, yoksa bunları sorarak, kendi hukukçu kimliklerine şüphe düşürenlere mi? Allah aşkına, vicdan ve akıl sahibi biri çıkıp bunun cevabını Türkiye kamuoyuna versin! Ama bana göre gerçek, tam da Halil’in ifade ettiği gibi ‘kendisinin makbul Kürt olmamasında’ yatıyor. Çünkü bütün şüpheler bu yönde. Eğer öyle değilse, asıl benim bu mülakat sınavlarını yapanlara bir sorum olacak: ‘T.C.’nin adalet ve hukuk kriterlerinin iç açılarının toplamı nedir?’