“Tayyip Erdoğan diktatör olacak ve sen meydanlarda dolaşacaksın.” Erdoğan, TOBB Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada karşısında oturan Kılıçdaroğlu’na aynen böyle sesleniyordu. İşte tam da bu konuşmayı yaptığı anlarda, İstanbul Okmeydanı’ndaki cemevinde bir Alevi vatandaş, polis tarafından açılan ateş sonucu ‘güpegündüz’ öldürülüverdi. Erdoğan tarafından, Alevi olmasından ötürü defalarca hedef gösterilen Kılıçdaroğlu’na verilen en son cevap tam da bu olsa gerek!

 

Bu konuşmayı dinleyip, akabinde meydana gelen bu olayı da görünce, çocukluğuma doğru bir gezintiye çıkamadan edemedim. Doğup büyüdüğüm Dersim/ Hozat’ta, Yaşar adında bir ‘meczup’ vardı. Şimdi halen de ordadır. Küçükken mahallenin çocuklarıyla birlikte Yaşar’ın peşine takılıp onu kızdırmayı adeta bir huy edinmiştik. Sonrasındaysa, köşe bucak kaçıp, ona yakalanmamaya çalışırdık. Eminim ki birçoğumuzun böyle hikâyeleri hep olmuştur. Ama benim hikâyemdeki asıl ilginçlik, ne kadar kızarsa kızsın Yaşar’ın da bundan büyük bir zevk aldığıydı. Öyle ki, biz durduğumuzda bile Yaşar yanımıza yaklaşıp “Neden beni kızdırmıyorsunuz” diye sitem ederdi. O zaman anlardık ki, bu işten en çok ‘kârlı’ çıkan bizden ziyade, Yaşar’dı. Hem bu kovalamaca oyunundan aldığı, hem de sonrasında eline geçirdiği içimizden birilerini hırpalamanın verdiği zevk, onun için büyük bir mutluluk kaynağıydı. Üstüne bir de, Yaşar’ı kızdırdığımız için büyüklerden yediğimiz laflar yok muydu... İşte Türkiye’nin bugün ki hâl-i pürmelali de aynen böyle!..

 

 

Sonra dönüp şu ülkenin son ‘bir’ yıllık geçmişine bakıyorum. Yüzyıllarını anlatmaktan artık dilimizde tüy bittiğinden olsa gerek, belki daha yakını hatırlamanın ve hatırlatmanın bir faydası olur: Gezi’de öldürülen Aleviler, Soma’daki maden katliamında Alevi olduğu için bir başsağlığı ziyaretinin bile çok görüldüğü Aleviler. Neredeyse, ‘öznenin’ her yaptığından etkilenen bir yüklem hâline getirilen Aleviler, Aleviler, Aleviler... Gelenin gidenin nefret nesnesi hâline getirilip, üzerinde bunca hoyratlıkla tepinilen bir halk daha var mıdır, bilmiyorum... Bilmiyorum, çünkü kendilerini nasıl tanımladıkları dahi ellerinden alınmaya çalışılan bu topluluğun, Türkiye’deki Sünni İslam’ın ‘iç sömürgesi’ hâline getirildiği bir muharebe durumuyla karşı karşıyayız. Sonra, sonra, sonra... Nedense, lanet olasıca bir bitmez tükenmek bilmeyen sonralar takılıveriyor dilimin, zihnimin ucuna. Ayfer Karakaya Stump’un ‘Alevifobi’ dediği gerçeği her gün biraz daha derinden yaşadıkça ürperiyorum... Oysaki en çok bizim hakkımızdı, acıyı tarihin tozlu raflarında unutulmaya terk etmek. Ama iktidarın ‘kanlı belleğine’ rağmen bunu başarabilmek ne mümkün!

 

“Ali’yi sevmek Alevilikse benden âlâ Alevi yoktur” diyordu! Onun patolojik sevgisinden malul hempalarıysa, nedense birden huy ediniverdi ‘de-li, da-lı’ “Benim DE, onun DA, Bizim DE Alevi arkadaşlarımız var” lütuflu konuşmaları... Tıpkı bir zamanlar Ermenilerin ‘DE’ olduğu gibi... Demek ki bu ülke, “Yedi Alevi’yi öldür cennete gidersin” psikopatlığını en son Sivas’ta yaşamamış. Gezi’de ölenler, Soma’da ölenler bir bir toplanıp, yedi ve yedinin katlarına kurban ediliyorsa, bitmedi diyorsun hâlâ o kavga, o öfke, o cinnet, o canilik hâli bitmedi, bit-medi, sürüyor, sürecek. Varsın birileri de bilimin merhemini o yaralara, bu yaralara sürmek için çırpınadursun, bitmiyor işte, anlamıyor musunuz bitmiyor! Çare başka yerde artık, çare o kızıl güllerin vurulup düştüğü yerde, oluk oluk akan o derya, deniz kanların hesabını sormaktan geçiyor.

 

Cemevinin bahçesindeki bir cenaze törenine katılan Uğur’u ve ekmek almaya giden Berkin’i gözünü kırpmadan öldüren psikopat ruhluların devletinden adalet beklemek için daha ne kadar ahmakları oynamaya devam edeceğiz, söyleyin bana? Seçmen demeye dilimin bile varmadığı holiganlarına bir anneyi yuhalatanlardan hâlâ demokrasi bekleyenlere ise söylenecek tek bir çift sözüm bile yok...

 

Görmüyor musunuz, devir artık “çocuğum olaylara karışma” diye endişelenen o anne babaların korktuğu devir olmaktan bile çıktı. Siz olaylara karışmasanız da, itina ile insan öldüren devlet beslemesi canavarlar, yaşamımızın her yerinde hazır ve nazır bulunmakta.

 

“Benim başörtülü bacıma saldırdılar, camiye ayakkabılarıyla girip içki içtiler” diyordu. Oysa ne kutsalına kurban kıldığı ‘bacısının kadınlığı’, ne de günahlarının yüküyle kirlettiği o ‘tanrı mekânı’ zerre kadar umurunda(ydı). Bir kez huy edindi anlamıyor musunuz, “yalanda olsa(m) iktidarım” demeyi, bir kez huy edindi... Kendi ihtiyaçlarına cevap veren bir Tanrı’yı da, onun peygamberinin dinini kullanmayı da sofrasından ve dilinden bir kez olsun düşürmüyor, anlamıyor musunuz?

 

Hâlâ görmüyor musunuz? Bir insan uluorta kendi ibadethanesinde öldürüldü. Bu devletin polisi, yargısı, yürütmesi elbirliğiyle bir cana daha kıydılar. Bırakın artık şu demokrasi, laiklik ve kullanışlı ‘mağduriyet’ zırvalamalarını dinlemeyi. Artık isyan edin, isyan edin bu rezil, rüsva yalana da, yalancısına da! Ne olur artık bu kötü sonu hep birlikte bitirelim. Bitsin artık ‘sonsuz bir umutsuzluğa tercih edilen bu kötü son bitsi...n, n’olur!’ Vicdanlarınızda can çekişen Tanrı’nın bir kez de olsa sesine kulak verin artık...

Yalçın ÇAKMAK