Yakın bir geçmişten beridir “barış yüklü bulutların” kol gezdiği fakat yükünü de bir türlü boşaltamadığı bir havayı solumaktayız. Adeta bir mezarlığa çevrilen “Anadolu’nun yorgun bedeni” belki de ilk defa savaşın kızıl şarabı “kan” ile ıslanma zorunluluğundan kurtulacak. Reddiyeci bir refleks üzerine kurulu bulunan devlet geleneğinin Kürt siyasetinin karşı koyuşundan ötürü uğradığı deri değişikliğinin bundaki payı şüphesizdir. Ayrıca, AKP üzerinden devleti geçmişiyle yüzleşmeye iten bu Kürt blokuna, Ortadoğu’da meydana gelen hareketliliğin yarattığı katalizörlük işlevi de önemli bir katkı sunmuştur.
Bugün AKP ve söz konusu Kürt siyaseti tarafından göğüslenerek “barış” veyahut “ittifak” olarak değerlendirilen bu siyasal yönelişe dair umutlu bir bekleyiş oluşsa da, sürecin başarısını kendileri için bir tükeniş olarak değerlendiren ve hâlen devletin ilkel güdüleriyle politika yapan çevreler de yok değildir. Özellikle de CHP ve MHP, bu husustaki duruşlarıyla kategorik birer örnek olmaya adaydır.
MHP’nin bilindik siyasetinin yanı sıra CHP’nin barış sürecine yönelik takınmış olduğu tutum, gerek Türkiye’nin geleceği gerekse kendi akıbeti açısından bazı olumsuzluklara dikkat çekmekte. Bunların neler olduğuna dair Türkiye gündemi içerisinde yoğunluklu bir tartışma yürütüldüğü için yeniden bir tekrara girişilmeyecektir. Üzerinde esas durulması gereken ve çoğunluklu olarak da gözden kaçırılan husus, CHP’nin bugün hangi toplumsal temsiliyete tekabül ettiği meselesidir.
CHP’nin demokratlığı
Seçimler öncesinde farklı toplumsal kesimlere hitap etmek gibi özden uzak bir vitrin gösterişine giren bu partinin, bugün kendi içerisindeki farklı seslere yönelik artçı birtakım tasfiye operasyonlarına giriştiği gözden kaçmamaktadır. Bu operasyonların aynı zamanda partinin uzun erimde tasfiyesine de neden olduğu ve farklı toplumsal kesimler nezdinde bir temsiliyet krizine yol açtığı ısrarla görmezden gelinmekte. Bundan ötürü CHP’nin AKP’ye yönelttiği “anti-demokrat” söylemine rağmen, kendi içerisinde demokrat bir tutum takınmaması, samimiyetini de sorgulanır kılmaktadır. Terry Eagleton’ın tabiriyle anlamlandıracak olursak, adeta “ağız kokusu ile özdeşleştirilen ve herkesin kendi dışındakilerde olduğunu sandığı ideolojik bir durum” söz konusudur. Bu da demek oluyor ki, CHP’nin kendi dışındakilerin samimiyetini sorgulamadan önce, sadece lafta kalan söylemlerini ne denli içselleştirdiğini yeniden düşünmesi gerekmektedir!
Demir leblebiden yutulmaz teraneler
Demokratlığına halel getirmeyen CHP’nin içi bu yönde gelişmelere sahne olurken, önceden de ifade edildiği gibi, dışarıya karşı tamamen farklı bir söylem kullanılmaktadır. En son, partili Emine Ülker Tarhan tarafından BDP’ye yöneltilen eleştirilerde de bu yöndeki bir hissiyat dışa vurulmakta.
Oda TV’nin “demir leblebi” olarak takdim ettiği Tarhan yapmış olduğu açıklamasında, CHP’nin süreç içerisine dâhil edilmesini “acizlik” ve “hadsizlik” olarak değerlendirirken, Kürtlerin tek temsilcisinin “terör örgütü” olarak gösterilmesinden ötürü duymuş olduğu rahatsızlığı da dile getirmektedir. Kendisi aynı zamanda, hasbıhale soyunduğu BDP’li kadınlara da sitemlerini ileterek, duygusal yüklü konuşması ile BDP’ye nasıl siyaset yapması gerektiğini de üst perdeden buyurmuştur. Neticede de BDP’yi “topraklarımıza çöreklenmek isteyen çokuluslu şirketlerin kiralık iktidarlarının maşası olmaktan vazgeçip, kendilerine umut bağlamış yurttaşların haklarını savunan tutarlı ve omurgalı bir siyaset yapmaya” davet ederek “manifestosunu” nihayetine erdirmektedir (18 Mart 2013).
Kemalist ve ulusalcı düşüncenin radikal kanadına tekabül eden Tarhan’ın bu açıklamaları, vitrinlik bir “aşure kazanı” gibi çeşitlilik arz eden partisinin esas niyetini dışa vurmakta. Söylediklerinden ziyade söylemediklerine tekabül eden CHP’nin şu anki durumu, yıllar önce harcını şekillendiren cumhuriyet ideolojisinin günahlarının gölgesinde kararan bir siyasetsizlik hâline tekabül ediyor. Bu yüzden, Kürt varlığının inkârı üzerinden yükselen “devlet yetiştirmesi” CHP’nin, düne kadar kendi dişlileri altında öğütülen halkın yaşadığı acıların asıl sorumluluğunu bir yana bırakarak, bugün demokrasi havarisi kesilmesinin tarihsel bir karşılığı yok gibidir.
Vaktiyle Aysel Tuğluk, Kemalistlerin de içerisinde bulunduğu geniş bir bloka çağrı yaparken, Tarhan’ın bugün yeniymiş gibi keşfettiği “tehlikeye” karşı açık bir çeki zaten uzatmıştı: “Kemalistler, sol, muhalif ve aydın çevreler Kürtlerle uzlaşmanın kaçınılmazlığına inanıyorsa, ılımlı İslam denilen ve aslında ne olduğu, nasıl tanımlanacağı çok da belli olmayan ve tamamen ‘imparatorluk’ güçlerinin imalatı bu projeye karşı modern aklın ve demokratik kültürün birbirini kabul eden zemininde buluşabilmelidir. Taktiksel bir ilişkiyi kastetmiyorum; Cumhuriyet'in kuruluş sürecindeki tarihsel deneyimden de yararlanarak, yeniden bir ortaklık kurulması gerektiğinden söz ediyorum. Cumhuriyet'in savunucuları olduklarını iddia edenler gerçekten samimilerse Kürtlerle hesaplaşmaktan vazgeçip, kendileriyle hesaplaşacağı aşikâr gerici güçlere karşı Kürtlerin desteğini aramalıdır.” (Geri Dönüş, Radikal İki, 3 Mart 2008)
Son çağrı
Tuğluk’un inşa ettiği o köprünün altından hâlâ aynı sular akmasa da, Tarhan ve su alan kayığa dönmüş partisinin daha fazla zaman kaybetmeden, zararın neresinden dönülse kardır misali uzaklaşan bu barış gemisine yetişmeleri gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, barışa verilecek olan desteğin sürecin kendisine mutlak bir itaat olmadığının ayrımına varmak, yeni anayasa süreci için CHP’nin elini güçlendirici bir argüman olacaktır. Gelinen nokta itibarı ile Kürtlerin tek başına bir kazanım elde edemeyecekleri tartışılsa da, en azından birçoğu için kaybettirecek bir güce sahip oldukları artık inkâr edilemeyecek denli görünürleşmiştir. Netice olarak da, içerisine girilen sürece yönelik “yapıcı bir eleştirel yaklaşım” sunmanın “mutlak bir barış karşıtlığı” olarak görülmesi ne kadar sakıncalıysa; AKP’nin bu sürecin aktörlerinden biri olmasından ötürü, sonucun her türlü ona hizmet ettiği anlamının çıkarılması da bir o kadar sakıncalı olacaktır.
Yalçın ÇAKMAK