İnsanoğlu, kendini keşfetmeye başladığı günden itibaren hep bir arayış içerisine girmiş ve bu arayışların başında ise, ölüm ve ölümsüzlük gelmiştir. İnsanın, ölüm karşısında ki arayışı onu, Tanrıların kapısını çalmaya sürüklemiştir. Bu sürüklenme, hep ölümsüz olma arayışlarının farklı bir şekilde ki hayat bulmasıyla sonlanmıştır. Tam da bu noktada, dinler devreye girmiş ve kendilerine bağlılıkların karşısında, insana sonsuz bir hayat vaat etmiştir. Bununla birlikte, İnsanoğlunu doğayla olan ilişkisi de ister istemez onun inançsal hayatının, günlük yaşamda somut sallaşmasında da önemli rol oynamıştır. İnsanı, kendisinin var olduğu günden beri hep aramaya ve cevap almaya yönelten en önemli soruların başında ise şunlar geliyordu; Ölüm nedir? Niçin insan (canlılar) ölür? Ölümsüzlük mümkün mü? Öldükten sonra ne olacak? Tanrı var mı? (…)
Evet, insan yaşamının tarihsel seyrine baktığımızda, bu sorular her dönem insanoğlunun aklını ve zamanın hep meşgul etmiştir. Çok Tanrılı dinler de tek Tanrılı dinler de insana hep ölümsüzlük vaat ederek, onu kapmaya çalışmıştır. Burada ki rekabettin artması, insanı zamanla kendi saf aklının dışında tercihlere ittiğini görmekteyiz. Dinler, sadece ölümsüzlük sunmamaktadırlar, aynı zamanda insanın zevkine hitap eden beklentiler ve bunların yaşanacağı yenidünyaları da devreye koymaktadırlar. Artık Tanrılar, elçiler yollamaya başlamış, sonsuz bir yaşamın koşullarını insanla pazarlık etmeye başlamıştır. Bunun, en ilginç yanı ise; bu sözleşmeye, uyanda uymayanda sonsuz bir hayatla karşılanmaktadır. Sadece Tanrının anlaşmasına uyanlar, mutlu ve zevkli bir sonsuz hayata ulaşırken, uymayanlar ise mutsuz ve acılı bir sonsuz hayata ulaşacaklardır.
Sonsuz bir yaşam, insanın hala içini okşayan sırlı cümle. Acaba var mıdır? Hiç unutmam, bir gün Dersim Cem Evinde, cenaze hizmetindeyken bir sohbete şahit oldum. Sakallı, ışık yüzlü bir yaşlı amcamız, yanındaki gençle sohbet ediyor ve şöyle diyordu: “ Ne lo cigeremın kam şi ama kı, kes nezano ucadı çı esta . Hag rame bıkero . Xızır gılavuz bıbo mara “( Çigerim kim gidip gelmiş ki, kimse bilmiyor orda ne var. Hak rahmet etsin. Hızır kılavuz olsun..) İnsan 21.yy. da ve hala ilk gün ki soruya cevap arıyor.
İnsan ve evrenin süreciyle ilgili Lütfü Kaleli’nin mitolojide İnanç ve Peygamberler adlı eserinin giriş kısmında insanın tarihsel süreci ile ilgili şöyle yazıyordu: Bilim adamaları, “Jeolojik Tabakalama Sistemi” veya “ Radyoaktif Method” yöntemleriyle yaptıkları saptamaya göre, evren ve insanla ilgili şöyle kısa bir bilgi veriyor:
15 Milyar yıllık süreci, en ince ayrıntılarına dek irdeleyen ve inceleyen bilim adamlarına göre ilk canlılar, 340 milyon yıl önce, denizlerde görülen bitkiler oluyor. 310 milyon yıl önce, balıklar görülüyor. 300 milyon yıl önce, hem denizde hem karda yaşayabilen Amfibiler türüyor. 270 Milyon yıl önce, insana yakın maymun türü olan Hamidiler gelişiyor. Ve bir milyon yıl öncesi de, iki ayakları üzerine dikilen ilk insan oluşuyor. Ancak bilim adamları boş durmuyor ve her gün yeni bir buluşla karşımıza çıkıyorlar. Daniel Cohen’in “Umudun Genleri” adıyla Türkçeye çevrilen yapıtında öğreniyoruz ki; İnsanlarla maymunları birlikte kapsayan memeliler takımı Primatlar, 65 milyon yıl öncesinde yaşamışlar. Bunların iki ayağı üzerinde durması 8 milyo yıl önce olmuş ve Hominides denilen insan benzeri yaratıklar meydana gelmiş. 4 milyon yıl öncesi de Ostralopitek türü belirmiş ve 2 milyon yıl önce Homa Erectus olmuş. Yaklaşık 100 bin yıl önce de bugünkü insan tipi olan Homo Sapiens dönemi başlamış. Ancak bu insanların beyinleri, işlevini yerine getirmeye yani bilinçsiz bir varlıktan bilinçli bir varlığa geçişi ise 50 bin yıl önce başlamış. 40 bin yıl önce ateşi kullanmayı öğreniyor. Mal-Mülk edinmesi, bunları yönlendirmesi yani yerleşik hayata geçişi ise 30 bin yıllık süreçte kazanıyor. Ve 10 bin yıl önce uygarlığı yakalıyor.” Bilimin gittikçe ilerlemesi ve bilim her gün yeni bilgilerle bizi karşılaması, bizi bir gün öncesi bilgilerimizi bile sorgulanmasına kapı aralamaktadır. Rahmetli Firik dede ile ilk karşılaşmamızda biraz sohbet ettik. Daha doğrusu o konuştu ben dinledim. Tam bir dervişane bakışı ile: “ Oğlum bir gün gelecek insan aklı sırrı çözecek. Ama sır gönüldedir. Bunu ancak aşkla çöze bilirsin. Aşk, itikat yoksa boş çabadır.”
Evet, ölümün tarihsel seyirdeki düşünsel evrimini başka bir zaman bırakarak, Dersim inancında ölüm ve sonrasına değinelim. Dersimin kendisine has bazı kilit noktaları, tarihin kadim inançlarına ev sahipliği yaptığını görmekteyiz. Bu konuda özellikle ölüm ve onun ardılı devam eden inançlar kendi bağrında derin bir düşünsel katmanı barındırmaktadır.
Ölüm ve sonrası:
Kırmanci inancında, ölüm haktır. Herkes mutlaka bir gün ölür. Ölümden kaçış yoktur. Ölüm aslında yeni başlangıçtır. Ölüm yok oluş değil var oluştur. Ölmeli ki insan kendini tamamlasın ölmeden insan kendini tamamlayamaz. Burada özellikle devriye inancının bir yansımasını görmekteyiz. Devriye; Arapça dönmek, Tasavvufta evrenin oluşumu, insanın geçirdiği yetkinlik aşamalarını gösteren bir kavram diye geçer. Önce Tanrısal evrende bulunan tin, değişik aşamalardan görünüş alanına çıkar, gök katlarından basamak basamak inerek insan gövdesine değin iner. Ölüm, gerçekleşince, tin yeniden geldiği aşamalardan geçerek tanrısal öze doğru yükselmeye başlar. Bütün varlık türlerinin tanrısal örneklerinin bulunduğu bu evrene “Lahut” denir. Oluş bu evrende bir aşama altta bulunan “ Ceberut” evrenine inişle başlar, sonra sıra ile“melekut” evrenine, sonrada insanın bulunduğu dördüncü evrene“Nasut” a inilir. İşte aşamalı inişin, aşamalı yükselişine “ devre (dönüş)” denir. Bu görüş Yeni-Platonculuk’tan alınmış ve tasavvufa aktarılmıştır. Yani devir öğretisi, varlığın gayb âleminden, şuhud alemine inişiyle başlar. Varlık sırasıyla, taş, toprak vb. bitki, hayvan ve insan biçiminde tecelli eder. İnsan aşamasına ve derecesine gelen varlık aslına dönmek gereksinimi duyar. Derece derece, aşama aşama yükselir, Tanrıya ulaşır. Bu öğretiye göre gerçekte varlık, Tanrıdan taşan ışıktır. Mutlak varlıktan çıkan bu ışık, akıllar aracılığıyla maddenin dört ögesine değin iner. Dört öge, yel-ateş-su-toprak’tır. Dersim inancında bu öğretiyi görebilmekteyiz. Özellikle yaşlılarımızla ölümle ilgili konuştuğumuzda, mutlaka bu öğretinin parçalarını bulamaktayız. Özellikle ölen insanla ilgili şu söylemler ciddi ipucular verir bize:
Ölen insan için ruh kafesinden veya kalıbından çıktı.
Ölen emeline göre taş, toprak yada hayvan bitki olur. Emeli iyi ise yine insan olur.
Ölen Hakka varmıştır. Yada Hakka yürüdü.
Ölen toprak oldu. Oradan doğaya karışacak.
Acaba ne ölen ne olarak dönecek.
Ölen evinden kırk gün boyunca ayağını çekmez. Gelir gider.(….)
Bu ve buna benzer söylemleri çoğaltabiliriz. Birde bu devir inancına dair bazı anlatımlar vardır. Özellikle benim ilgi çeken bir anlatımı Hozat da bir cenazedeyken karşılaştım. Cenaze dönüşü Zeynel Dede, diye bir dedemizle yan yana otururken ölümle ilgili konuşmaya başladı. Ona da babası anlatmış; “ Bizim köyde bir adam varmış. İnsanlar ondan razı değilmiş. Hep huzursuzluk çıkarır onun bunun malına zara verir. Geceleri gider bostanlarını dağıtır. Kendi evinde eşine çocuklarına huzur vermez, hiç rahat durmazmış. Anlayacağın pekte makbul biri değilmiş. Gün gelmiş bu adam ölmüş. O köyden kimse cenazesine gitmemiş, çünkü hiç kimse razı değilmiş. Adamı çocukları ve kardeşleri kaldırır. Adamı mezara gömer gelirler. Fakat gömdükleri günden beri mezardan hayvan sesine benzer bir ses geliyormuş. Üç günlüğü olunca mezara giderler ve gidenlerde aynı sesi duymuşlar bunun üzerine çocukları dayanamamış mezarı açmışlar. Açmışlar ki ne görsünler , adam ayı ve köpek benzeri bir yaratığa dönüşmüş. Hemen mezarı kapatmışlar. İşte böyledir. İnsan gibi yaşarsan insan olursun Hayvan gibi yaşarsan hayvana dönüşürsün. İnsan 14 tip hayvana dönüşür unutma. “ dedikten sonra , dede arabadan indi ve gitti. Bu olay üzerine ben de meraklanarak buna benzer anlatımların peşine düştüm. Zeynel Dede’nin anlattığı olumsuz anlatımlardan daha çok, olumlu sonuçlanan ve buna benzer anlatımların hiçte az olmadığını gördüm.
Bununla birlikte ölüm şeklinin de kişinin bu dünyadaki sürdüğü yaşam şekliyle arasında bir bağ vardır. Dersim inancında son nefesini verme süresine ro ontene denir. Bu süre 30 ile 40 gün arası değişir. Ruhun bedeni terk etmesi ile ‘ merdene’ yani ölüm gerçekleşir. Ölüm gerçekleştiğinde yanında bulunanlar, meyiti (ölüyü) beklerler. Diğerleri ise millete haber vermekle uğraşır. Ölen kişi hemen yatağıyla yere indirilir. Yüksekte tutulmaz. Zaten öleceği anlaşılmışsa, yatağı yere serilir. Bu yatağa farklı isimler verilmektedir; Döşeğe Ana Fatma, döşeğe Heg, döşeğe herdo dewreş… gb. Ölen kişinin baş ayak parmakları ya beyaz ya da kırmızı iple bağlanır. ( Bu iplerle ilgili şöyle bir inanç vardır: sırat köprüsünden geçerken ölüye yardım etmesi içindir. Bir diğer inançsa bu iplerden Kırmızı Düzgünü beyazsa Hızır’ı temsil eder. ) Ayaklar bağlandıktan sonra elleri göğüs üstünde, darda duruş şekli gibi üst üste konur. Yere indirildikten sonra üstü çıkarılır. Çenesi bağlanır. Evin hanımları hemen başucunda çıla yakarlar. Yakında pir varsa haber verilir, yoksa ölüm hizmetinden anlayan bir kâmil varsa o çağrılır. Eskiden cenaze hizmetlerinin pirler tarafından yapılırken, günümüzde ise hoca denilen kişilerin bu hizmetlerin yapılmasında daha ağırlıkta olduğunu görmekteyiz. Meyitin üzerinde, genelde ağıtlar yakılır. Fakat fazla ağlanmaması gerektiği hep söylenir. Ölünün rahat bırakılması, rahatsız edilmemesi tembihlenir. Ölünün üzerinde yakılan ağıtlara (kılam) baktığımızda, hep bir yaşayışın devam ettiğine dair izler buluruz. Çevreye haber verildikten sonra. Ölünün kefeni, sabunu, tabutu, mezarı hazırlanmaya başlanır. Kefen olarak çeşitli renklerden oluşan kumaşlar seçilir. Tek renk değil birçok renkten oluşur kefenler. Her rengin farklı bir anlamı vardır. 3,5,7 ve 12 kat olmak üzere kefen hazırlanır. Ölünün yıkanması için su ısıtılır. Ölen kişi bekar ise kına yakılır eline ve musahibi baş ucuna gelir kırmızı bir elma sağ tarafına bırakır. Erkek çocuk ise ve sünnet olmamışsa kırmızı ve beyaz bir ip, bir birine bağlanır. Sonra kivrası başucuna gelir, pir kivralık duasını okur ve bu ipleri keserek çocuğun sağ tarafına koyar. Ölen kişi, Seyyid kökenli ise mutlaka başına ya yeşil yada kırmızı bir bez bağlanır. Eskiden, meyitin yıkanması için üç kazan kurulur ve yıkama hizmeti bittikten sonra bu kazanlar ters çevrilerek içlerinde mum yakılarak, bir nevi helallik alınırmış. Bugün ise teknolojik imkanlardan yararlanıldığı için kazan konulmaz. Meyit (ölü) yıkandıktan sonra ailesi ve yakınları helallik vermek için, yıkamanın sonunda meyite birer kap su dökerler. Suyu baştan aşağı dökerken; “Ez to ra rajıye, Hag ki tora rajivo” ( ben senden razıyım hakta senden razı olsun) derler. Bu hizmette, özellikle suyun dökülmesi ile verilen helallik önemlidir. Çünkü su başlangıçtır. Suyun son hizmette dökülmesi, yeniden bir başlangıcın başlanacağının sembolize etmesi bakımından, başlı başına incelenmesi gereken bir inançtır. Yıkama ve kefenleme işi bittikten sonra ise pir, cenazeyi alır ve herkesin görebileceği bir alana götürür. Eskiden cenazenin yönünün, cenazenin bulunduğu mekanın yakınlarda bir ziyaret varsa, meyit o ziyarete doğru çevrilerek cenaze hizmetine başlanılır. Meyit, geniş bir alana getirildikten sonra pir, cenaze hizmetine başlar. Cenaze hizmetinde dualar belirli bir kalıba bağlı değildir. Hizmeti yapacak pirin, gönül aşkına ve birazda bilgisine bağlı olarak gerçekleşir.
Cenaze hizmetinde öncelikle rızalık yani helallik alınır. Cenaze önde olacak şekilde pir cenazeye katılan canlara seslenir: “ der u ciran, nast u dost / na canema Şiya dina heg Sıma na cande rajiye… ( Eş dost, bu can aramızdan ayrılmış Hak dünyasına gitmiştir razı mısınız.?) Bu dualar uzatılabilir ben örnek olsun diye kısa yazdım. Üç defa bu sorulduktan sonra cenaze erkanına geçilir. Günümüzde dört tekbirle yapılan cenaze erkanı tamamen, Sunni-İslamın taklit edilmesidir. Geçmişte yapılan cenaze hizmetleriyle ilgili yaptığımız araştırmalarda bugün ki anlamda bir cenaze hizmeti yapılmadığını görmekteyiz. Geçmiş zamanlarda yapılan cenaze erkanı daha çok yakarış içeren gülbenklerin ana dille (Kırmançki/Kurmancı) okunması şeklindedir. Günümüzdeki bu farklılık iki ana başlıkta toplayabiliriz:
1.) Yüzyıllardır süren ve son dönemde gittikçe artan, egemen anlayışın asimilasyon politikaları ve bunun sonuçlarının bir ürünü olması.
2.) Kırsal yaşamdan kentsel yaşama geçen Alevi-Kızılbaşların, kente karşılaştıkları egemen merkezi sistemden korunmak için, açık alanlarda yapılan inançsal hizmetlerde egemen sistemin ürkütmemek ve ondan korunmak için onu rahatsız etmeyen bir takkiye’nin sonucu olabilir. Bu iki başlık daha da genişletilerek incelene bilinir.
Cenaze hizmeti bittikten, cenazeye katılan kişiler cenaze tabutunun üzerinde açılan havluya para atarlar. Bu bir rızalık göstergesi olduğu gibi toplumsal bir yardımlaşmanın da örneğidir. Bu atılan para ile cenazede yapılacak bütün masraflar toplum tarafından karşılanır ve böylelikle ölen kişinin son hizmeti toplum tarafından yerine getirilir. Aynı zamanda ihtiyacı olan kişilere de yardım edilir. Bu gelenek, toplumsal dayanışma bilincinin en güzel tezahürüdür. Bu işlem bittikten sonra cenaze defnedilmek üzere mezara götürülür. Meyit, mezara konulurken sol tarafa doğru yatırılır. Yani sağ taraf üste gelir. Bunun nedeni kişi yaşarken, yatmadan önce özellikle Kırmanci inançta, kişi yatarken önce sağ tarafı üzerine yatar “Bısımlayı ya Duzgun ya Xızır“ der ve sağ tarafına döner, yastığı öper ondan sonra yatar. Ölen kişi artık derin uykuya dalmıştır. Bundan dolayı sola yatırılır. Veya bir başka değişle kıbleye çevrilir.( kıble olgusu Alevi-Kızılbaş inançta Sunni-İslam algılayışında ki gibi değildir. Örnek; bir ulu ziyarette kıbledir. Ona doğruda çevirile bilinir. Dersim inancında insanın dört tarafı da kutsal olduğu için her yön kıbledir. Çünkü Hak her yöndedir. Fakat Bu sola çevrilme figürü, güneş ile alakalı olma ihtimali daha büyüktür.) Mezara konulduktan sonra bazı yerlerde söğüt dalı mezara konulur. Bu diriliği ve yaşamın devamını vurgular. Arkasından mezar ya hazır taşlar dizilerek ya da tahtalar dizilerek, ardından üzerine toprak atılır. Pir, bu arda Kur’an okur yada dualar eder. Toprak atma bittikten sonra ölüye dil verilir. Buna telkin de denilir. Aslında telkin, yolumuzda diriye verilir. Bu işlem de bittikten sonra cenaze yakınları bir yerde sıraya girer ve cenazeye katılan kişilerin taziyesini kabul ederler. Taziye verildikten sonra eve gelinir, adına Kırmançki de “Haga hui u zengeni” (kazma kürek hakkı) denilen yemek verilir. Bunda amaç, mezarı kazan kişilerin haklarının ödenmesi içindir. Çünkü onlar emek harcamıştır ve aynı zamanda helallik alınırken onlar mezardaydılar. Böylelikle onlardan da helallik alınır. Kazmayı ilk vuran kişi lokmayı alır ve sonrada herkes bu lokmadan yiyebilir.
Cenaze defin işlemleri bittikten sonra cenaze hizmetini yapan Pir ya da Mıle, dünyadan göçen kişi için kırk gün boyunca Kur’an okur. Cenazenin defin edilgi günün üçüncü günü ise, üç günlükdenilen yemek verilir. Bazı bölgelerde bugün de mezara gidilir. Fakat genelde, kırk günün sonunda mezara gidilir ve lokmalar dağıtılır, dualar edilir. Kırk günün ardında “Heşte Seri” denilen, kırktan yedi gün sonra tekrar mezara gidilir. Bir yıl sonra “Zenge Mezeler o Dayene” ( Mezara kazma vurma) ondan sonra ,“Mezele Sıpe Kerdene” ( Mezar taşı yapılır.) böylelikle cenaze ile ilgili bütün hizmetler tamamlanmış olur. Artık her yıl bahar ayına girişte hewte mali de ve sonbahar ayına girişte, xere merdudenilen yemek (ölü hayrı) verilir.
Alevi-Kızılbaş, inancında ölü kutsaldır. Her ne olursa olsun ölüye saygı sonsuzdur. Çünkü ölmeden önce o bir candı. O Hak ’ın emaneti olan kutsal nuru taşıyordu. Dersimde bir deyim vardır ve genellikle cenazelerde sohbet sırasında mutlaka konuşulur: “ Ölüye saygısı olmayanın, diriye de saygısı olmaz.” Dersim inancında ölüm ve sonrası, çok hassas inançlarla örülü bir gelenek devam etmektedir. Bu hassasiyeti, biraz incelediğimiz zaman karşımıza, derin manalarla şifrelenmiş gizli bir dünya çıkar. Bu da Dersim topraklarının, bağrındaki derin tarihin en önemli delilleridir. Meyitin defnedilmesinden üç gün sonra, üç günlük denilen hayır hizmeti yapılır. Bugün, ölen kişinin artık ölümü kabullenmesinin bir belirtisi olarak lokma verilir. Ev sahipleri, böylelikle ölen kişinin üç günlüğünde başlayacak olan sorgu sualde lokmalar vererek, verilen bu lokmaların, onun sorgu ve sualinde ona yardım etmesini, ona bir ışık olmasını diler. Özellikle, sorgu ve sualin üçüncü günde veya yedinci günde başladığına inanılır. Kırka kadar devam edecek olan bu süreç, lokmalar verilerek dualar edilerek geçirilir. Kırkıncı günde, artık ruh sorgu sualini bitirmiş, yeniden doğmuştur. Tıpkı annenin rahmine düşen spermin kırk gün boyunca geçirmiş olduğu evreler gibidir. Kırkıncı günde sperm, cinsiyetiyle birlikte merhaba der hayata. Ölen kişide anne rahmine bırakılmıştır. Çünkü toprak en büyük annedir. Toprağın bağrında ki can, anne rahminde ki can misali, kırkıncı günde doğacaktır. Bu kırk günlük devir, ölen kişinin kendini sorgulamasıdır. İnsan öldüğü zaman, mezarda sorgulamaya geldiğine inanılan münker ve nekir melekleri, aslında aklın ve kalbin ham haliyle kendini sorgulaması olmasın mı?
Pir Sultan Abdalım ölüm ne güzeldir.
Hak yoluna varan nurdur.
Muhammet Ali bir yüce sırdır.
Ölmeden aç gözünü buh bir Aşktır.(…)
Kadir BULUT