Aleviler barışın hangi yakasında

Kürtler ve Aleviler gerek Cumhuriyet’in kuruluş öncesi gerekse inşa sürecinde aktif bir rol oynamaları sebebiyle kurulan bu yeni devletin önemli iki bileşeni olmuştur. Özellikle de Alevilerin, Osmanlı’nın merkezileşmesiyle birlikte devletin resmi inancı haline getirilen Sünni İslam görünümlü yaptırımlardan ötürü yaşadığı acılar, Cumhuriyet’in vaat ettiği ‘laiklik’ ilkesine sıkıca sarılmalarının en önemli nedenlerindendir. Kürtlerin ise Alevilerin aksine, Osmanlı’nın hükümranlığı süresi boyunca Sünni-Şafi inançlarından ötürü bir sıkıntı yaşadıkları söylenemez. Hatta devlet ile olan bu inanç birlikteliğinden ötürü Şii Safevi Devleti’ne karşı Osmanlı’nın yanında yer edinmelerinin, Kürt ve Aleviler arasındaki ilişkilerin sürdürülebilirliği açısından olumsuz birtakım etkilerinin olduğu da göz ardı edilmemelidir. Bu nedenledir ki beş yüz yıllık bir tarih boyunca toplumsal bellek tarafından güncelliği sağlanan bu ‘karşıtlık hali’ her iki toplumun birbirlerine yönelik bakış açılarında, önyargıya dayalı birtakım marazların beslenmesi açısından adeta birer ‘gübrelik’ işlevi görmüştür.

Batıl inanç sürüyor

Genel anlamda birtakım Sünni inanç mensupları, özelde de bazı Şafiler tarafından ‘kestiği yenilmeyen, mum söndürerek ensest ilişkiye girdiğine inanılan ve yedi tanesi öldürüldüğünde cennet kapısını muştulayan Alevi düşmanlığı’ bugün hâlâ batıl bir inanç olarak yer yer varlığını sürdürmektedir. Böylesine bir karalama ile muhatap olmanın getirmiş olduğu bu yaralayıcı halin, devlet nezdinde sadece ‘kültürel çeşitlilik masalları’ ile tanınıp eşit vatandaşlık statüsü verilmeyen Aleviler cephesinde de korkulara dayalı bir önyargıyı tetiklediği göz ardı edilmemelidir. Hal böyle olunca da Dersim (Tunceli) gibi Alevi ve Kürt kimliğini aynı potada birleştirme uğraşısında bulunan insanlar açısından tamamen bir Araf’ta kalma durumu söz konusudur. Zira bir yanda yüzlerce yıllık bir inanca mensubiyet söz konusuyken diğer tarafta hikâyesi henüz yeni yazılmaya başlanılan etnik bir aidiyete siyasal argümanlar ile müdahil olma durumu mevzubahistir. Bundan ötürü, barış süreci ve muhatapları tarafından dile getirilen açıklamalara dair ilk tepkilerin BDP ’de milletvekilliği yapmış ve kısa bir süre öncesine kadar da aynı partinin il başkanlığını yürüten Şerafettin Halis tarafından dile getirilmesi o kadar şaşırtıcı olmasa gerektir!

Barışın çoksesliliği şarttır

Abdullah Öcalan’ın, 2013 Newroz’unda okunan mektubunda yer alan İslami vurgular ve burada aynı zamanda Alevilere dair bir ibarenin bulunmamış olması Halis tarafından tepkiyle karşılanarak istifasını sunmasına neden olurken; diğer yandan sürece dair çekinceleri bulunan Aleviler de hem bundan ötürü rahatsızlıklarını dile getirmek hem de barış sürecine dair desteklerini sunmak için bir kurultaya gitme kararı aldı. Akabinde Ferhat Tunç, 6 Nisan tarihli Radikal’de kaleme aldığı ‘Kimse süreç karşıtlığını Alevilere bağlamasın’ başlıklı yazısı ile bizim açımızdan tartışmalı olan bir yaklaşımı yeniden alevlendirmiş oldu. Tunç’un söz konusu yazısı, barış sürecine dair oluşan olumlu havanın hiçbir eleştiriye tabi tutulmadan desteklenmesi gerektiği yönündeki ‘kaba’ bir argüman üzerine inşa edilmekte. Aynı zamanda Tunç’a göre, “Türkiye yeni bir sürece girerken Aleviler üzerinden yeni bir oyun oynanmaya çalışılmakta ve barış sürecinin önemli bir gücü olan Aleviler Kemalist, Ergenekoncu, ulusalcı çevrelerce süreçten koparılmak istenilmektedir”. Nihayetinde ise yazar “Alevilere yönelik zulmün karşısına dikilen ve onların taleplerini yankılandıran bir siyasetin Alevileri ‘unutmasını’ tartışmaya bile layık görmediğini” belirterek yazısını noktalandırmaktır.

Ferhat Tunç tarafından dile getirilen açıklamaların siyaseten bir karşılığı olmakla birlikte, aynı eleştirileri iyi niyetli bir yaklaşımla ifade edenleri, istemeden de olsa hedefe koymak gibi suizanna açık bir anlam da çıkmaktadır. Bu nedenle, siyaseti koyu renk ve karşıtlığı üzerinden okumanın getirmiş olduğu bu ‘rijit’ ruh halinin, aynı zamanda yine siyasetin patronaj ilişkileriyle şekillenmediğini düşünmek pek olası değildir. Hakeza bu bakış açısı daha birkaç hafta öncesine kadar ‘ Kılıçdaroğlu ’nu barış sürecini desteklemeye’ davet eden bir mektubun ortak çağrıcıları olmamızın kıymetini de sorgulanmaya muhtaç kılmıştır. Bu yüzden de ötekiyle beraber yaşamı savunan samimi bir anlayışın, onu kendi algı dünyasının şartlarına göre düşünmeye sevk etmek gibi bir hakkının olmadığını belirtmek gerekir. Aksi takdirde söylediğiniz lafların hoş ama boş olmaktan öteye gitmediği görülmüş olur! Diğer türlü belirtecek olursak ‘Ergenekon’un avukatlığına soyunan birine’ ne diye barış çağrısı yaptınız diye sormazlar mı?

Tunç’un ‘düz bir duygusal mantık’ ile kurguladığı yazının denklemine göre, birbirlerine yönelik yüzlerce yıllık bir önyargı ortamından beslenen Alevi ve Kürtlerin (ki özellikle de Alevilerin) sadece sahne önündeki barış müsamerelerine bakarak yelkenleri suya indirmeleri dışında pek bir çareleri yoktur. Ona göre aksini düşünenlerin çalacağı kapı da başından belirlenmiştir: ‘Kemalist, ulusalcı ve Ergenekoncu’. Bu sürecin PKK dışındaki başaktörü olan devlet ve siyasal temsilcisi AKP ’nin Alevilere yönelik reddiyeci varlığını görmezden gelip sadece bir çiçek üzerinden bahar güzellemesi yapmak, en azından şimdilik de olsa erkenden yakalanılan bir akıl tutulması değilse nedir?

Tarihin tekerrürü mü?

Alevilerin barış sürecine yönelik hassasiyetlerini sadece Türkiye’nin iç dengeleri üzerinden değerlendirip Ortadoğu’da esen ‘sonbahar rüzgârı’nın onlar üzerindeki tarihsel izdüşümünü görmezden gelmek de yanıltıcı birtakım sonuçlar doğurabilir. Bu yüzden, bugün Suriye’de meydana gelen gelişmeler ve akabinde İran’a yönelik yapılacağı düşünülen müdahalenin, her iki ülkenin Şiilik inancıyla bağlantı kuran Türkiye Alevilerini esasında Ortadoğu siyaseti ile yakın bir ilişkiye sürüklediği görmezden gelinmemelidir. Özellikle de çoğu insan tarafından dillendirilen, Türkiye’nin iç sorunu olan PKK’nın barış süreci neticesinde İran ve Suriye’nin iç sorunu haline getirileceği tezi, azımsanmayacak bir şekilde, Aleviler tarafından da kabul görmektedir.

Böylesine bir kabul, Tayyip Erdoğan ile Yavuz Sultan Selim ve en nihayetinde de Öcalan ile İdris-i Bitlisi arasında tarihsel bir münasebetin kurulmasına vesile olmaktadır! Bundan ötürü Öcalan ve PKK, Şii Safevilere karşı Yavuz’un yanında yer edinip Anadolu’yu Kızılbaşlardan temizleme uğraşısına giren İdris-i Bitlisi ve yanındaki Kürtler ile aralarında tarihsel bir özdeşlik kurulmasını istemiyorsa, bu hususta daha ciddi adımlar atma sorumluluğuna sahiptir. Bunun yolu ise Kürtlerin sadece bir inanca mensup olmadıklarını ve içerisinde azımsanmayacak kadar Alevinin de bulunduğunu gözeterek barış süreci içerisinde onlara dair hakların da olmazsa olmaz bir şart olarak dile getirilmesinden geçmektedir. Aksi takdirde yüz yıllık bir Kürt meselesinin, uzun erimde yüzlerce yıllık bir Alevi-Sünni çatışmasını yeniden alevlendirmesi işten bile değildir.

Hacettepe Üniversitesi, Arş. Gör.

Radikal Gazetesi, 10 Nisan 2013